26 Şubat 2013 Salı

Taksim'de kazı çalışması durdu

Cumhuriyet Caddesi'ndeki altgeçit çalışmasında tarihi bir kemer açığa çıktı. Arkeoloji Müzesi'nden arkeologların müdahalesi bekleniyor.
Takksim'deki altgeçit kazısı hızla devam ederken Cumhuriyet Caddesi'nde tarihi bir kemer açığa çıktı. Dün çekilen fotoğrafta, yerin yaklaşık bir metre altında Osmanlı dönemine ait olduğu sanılan taş örme bir duvar ve duvara bağlı bir kemer net şekilde görülüyor. 
İBB'nin sekiz ay içinde tamamlamayı hedeflediği altgeçit kazısının durdurulması ve Arkeoloji Müzesi'nin ortaya çıkan yapıyı korumaya alması bekleniyor. 


ELLE KAZILACAK 
İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, Aralık ayında ihaleyi alan Kalyon İnşaat yetkililerini çağırarak kazının müze denetiminde yapılması gerektiğini ve iş makinelerindan önce arkeologların el yordamıyla sondaj kazısı yapacağını bildirmişti. 
Radikal 'in 'Taksim Elle Kazılacak' haberi üzerine dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kazının yavaşlatılmayacağını söylemiş, "Önce arkeologların nezaretinde iş makinesi girecek, kültür varlığına rastlanırsa o zaman arkeologlar elle kazacak. Arkeologlarımız gece gündüz hafriyatın başında duracak" demişti. 


ŞİMDİ NE OLACAK? 

2863 sayılı Kültür Varlıklarını Koruma yasası gereği, hafriyatın hemen durması ve arkeologların çıkacak tarihi eserin boyutlarını görebilmesi için kazı yapması bekleniyor. Kazı sonucunda çıkan yapının tüm ayrıntılarıyla Koruma Kurulu'na sunulması, ve kurulun 'yerinde koruma' ya da 'kaldırılarak koruma' kararı alması gerekiyor. Eğer 'yerinde koruma' kararı çıkarsa, projenin tamamen durdurulması ya da başka bir yöne söz konusu olacak

3 ülke, 3 olimpiyat

Birbiriyle benzerlikler taşıyan 3 ülkede “olimpik heyecan” tırmandı. Halkta herhangi bir kıpırtı göremesek de ülkelerin yöneticileri ve sermaye çevreleri için durum böyle. Brezilya, Rusya ve Türkiye’den bahsediyoruz.
Hatırlatalım, Brezilya, 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları için, Rusya ise 2014 Kış Olimpiyatları ve 2018 Dünya Kupası için hazırlık içerisinde. Sayısız başarısız adaylık denemesinin ardından Türkiye de artık 2020 Olimpiyatlarına “Ya herro ya merro” diyerek girişmiş durumda.
Son birkaç gün içerisinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Olimpiyat için İstanbul’un zamanı geldi” derken Başbakan Tayyip Erdoğan da bizzat Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı Jacques Rogge’a mesaj gönderdi:
”Beşinci kez adayız ve bu kez Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları İstanbul’a kazandırmak için etik kurallar çerçevesinde gereken tüm hamleleri yapmaya hazırız. Başta insan kaynakları ve finansman olmak üzere tüm imkânları İstanbul kentinin kullanımına tahsis edilmiş durumdadır. Olimpiyatın İstanbul’a gelmesini bölgemizde yeni bir barış ve medeniyet hamlesi olarak değerlendiriyoruz.”
Erdoğan güzellik yarışmasında  “dünya barışı” isteyen afet-i devranlar gibi, “Ya tutarsa” hesabında. Baksanıza Ortadoğu’da “Şii Hilali”ne karşı savaşa hazırlanan kendisi değilmiş gibi barış ve medeniyeti bile Olimpiyatlara bağlamış. Bu hevesi ve “Şanghay Beşlisi” gibi güncel blöf örneklerini hatırlayınca olur da Türkiye, olimpik sevdasından bir kez daha karşılık alamazsa nasıl bir rest yoluna girer? Onun da cevabı Erdoğan’ın danışmanlarının hayal gücünde saklı.
Gelelim üç ülkedeki kritik olimpik gelişmelere…
BREZİLYA: KİME KARŞI SAVAŞ?
18 Şubatta Maracana Stadyumu’nu yeniden inşa eden işçiler koşullarının iyileştirilmesi için iş bıraktı ve grev tehdidinde bulundu. IOC ve FIFA’dan da tesislerin inşası konusunda “Hızlanın” telkinleri sürdü.  Ancak asıl kıyamet, “pasifizasyon” çalışmalarında koptu. 20 Şubat itibariyle Rio de Janeiro’nun batı bölgesindeki Jacarepagua’da başlatılan favela (gecekondu) yıkımları insan hakları örgütlerinin raporlarına göre büyük hak gasplarıyla ilerliyor. 28 Şubata kadar 50 ailenin zorla yerinden edilmesi planlanırken 10 aile direnmeye devam ediyor.
Brezilya’da yayınlanan yeni bir çalışmaya göre favelalarda yaşayanların sayısı 12 milyon. Tek başlarına bir kent olsalar, ülkenin en büyük 5. eyaleti olacaklar. Sadece Rio’da yaşayanların sayısı ülkenin en büyük 9. şehri olmaları için yeterli. Bu devasa nüfus üzerinde yürütülen “pasifizasyon” çalışması toplumsal meşruiyetini kendisini “Uyuşturucu çetelerine karşı savaş” olarak göstererek buluyor. Ancak Brezilya’da polis ve ordunun geçmişte bu gruplara silah dahi sattığını bilmeyen yok. Ve Brian Miller’a konuşan Complexo da Maré favelası sakini Eliana Sousa’nın dediği gibi “Pasifizasyon bir savaşı ima ediyor. Ama kime karşı savaş?”
Evet kime karşı savaş? Uyuşturucu çeteleri Rio favelalarını kontrol etmeye devam ediyor, tek farkla artık açıktan ellerinde makineli tüfekler taşıyamıyorlar. Buna karşılık Dünya Kupası ve Olimpiyatlar için kente gelecek turistlerin görüş alanı içerisindeki favela sakinleri zorla yurtlarından ediliyor ya da Maré’de olduğu gibi mahalleler, etrafına koca bir duvar çekilmek suretiyle gizlenmeye çalışılıyor! Sizce Brezilya’nın olimpik savaşı uyuşturucu çetelerine mi karşı yoksa yoksullara mı?
RUSYA: 50 MİLYAR DOLARLIK POLİTİKA
Gelelim Rusya’ya. Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ülkenin imajına katkı sağlayacağını düşündüğü Sochi 2014 ve 2018 Dünya Kupası, Rus oligarklarıyla Putin’in aralarındaki bağları sıkılaştırdığı bir sermaye emilimi sürecine dönüşmüş durumda.
Reuters’in haberine göre Sochi için harcanan para 50 milyar doları bulacak. 2010 Vancouver için harcanan 6 milyar doların 8.5 katından bahsediyoruz yani! RIA Novosti’ye göre bu bütçenin 25 milyar doları Vladimir Potanin, Oleg Deripaska, Boris Rotenberg gibi oligarklar tarafından karşılanacak. Bu elbette her “hayır işi” gibi karşılıksız değil. Daha doğrusu bu bir hayır işi de değil. Örneğin Rosa Khutor kayak merkezinin yenilenmesi işini üstlenen Potanin, Kış Olimpiyatları sonrası da bu merkez üzerindeki kontrolünü sürdürecek. Bölgeye yönelik bütün yatırımlar oligarklara benzer avantajlar vaat ediyor. Yani Kış Olimpiyatları ve Dünya Kupası, Rus sermayesi için artı değerin emilme imkanı bulacağı, iş gücünün verimli kullanılacağı, yeni rant alanları yaratırken Putin için de hem bu çevrelere bağımlılığın arttığı hem de bu çevrelerin desteğinin sağlandığı bir siyasi-ekonomik değiş tokuş anlamına geliyor.
Ve Türkiye… Yolun başında olan Türkiye için şimdilik tek bir paralelliği hatırlatmak ve bir soru sormak yeterli. Sizce geçtiğimiz hafta başlatılan, televizyonlardan canlı yayınlanan ve adına “Toplu yıkım şöleni” denilen, karşı çıkanların anında marjinal ve illegal ilan edildiği “rantsal dönüşüm” atağıyla, Topbaş ve Erdoğan’dan yazının başında yaptığımız alıntıların aynı tarihlere denk gelmesi tesadüf mü?”
Sanık sizin… (İstanbul/EVRENSEL)

23 Şubat 2013 Cumartesi

Muşmula dikerek ormanlar kurtulur mu?

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Cumhuriyet tarihinin en büyük ağaçlandırma hamlesini başlattıklarını ileri sürerek dünyada orman varlığı azalırken Türkiye’nin orman varlığının artırdıklarını söylüyor. Ülkenin dört bir yanında ortaya çıkan orman kıyımlarıysa çalışmaların sorgulanmasına yol açıyor.
2008-2012 yıllarını kapsayan ‘Milli Ağaçlandırma Seferberliği’ kapsamında, 2 milyon 300 bin hektar alanı ağaçlandırma taahhüdünde bulunduklarını açıklayan Bakan Eroğlu, bu hedefin aşıldığını belirterek ağaçlandırılan alanın 2 milyon 420 bin hektara ulaştığını, ağaçlandırılan alanın yaklaşık Belçika’nın yüzölçümüne kadar olduğunu dile getirdi.
Bakanlık muşmula dikiyor ama orman yağması sürüyor
Bakanlık olarak, “Orman, Su Varsa Hayat Var” anlayışı çerçevesinde çalışmalarını yürüttüklerini vurgulayan Bakan Eroğlu, ağaçlandırma çalışmaları kapsamında köylülere gelir getirici ceviz, badem, kestane ve ıhlamur gibi türlerin yanında yaban hayatı için önemli olan alıç, ahlat, kuşburnu, üvez, at elması, muşmula vb. gibi türlerin dikildiğini söylüyor. İstanbul’a geçtiğimiz yıl 100 bin erguvan dikildiğini kaydeden Bakan Eroğlu, bu yıl da 100 bin ıhlamur dikileceği müjdesini veriyor.
Ancak Bakan Eroğlu’nun her fırsatta övünerek dile getirdiği ağaçlandırma çabaları bir yana, Türkiye’nin binlerce yılda oluşan doğal orman dokusunun akıl dışı yatırım ve uygulamalarla tahrip edilmesinin yarattığı dehşet verici görüntüler ülkenin dört bir yanından gelmeye devam ediyor.
Antalya’daki sedir ormanları, Trakya’daki longoz ormanları, Ege’nin asırlık zeytinlikleri, Isparta Yukarı Köprüçay’ın çam ve meşe ormanları, barındırdığı zengin çeşitlilikle Karadeniz’in zümrüt ormanlarında AKP iktidarı döneminde yaratılan tahribat, Anadolu tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı.
‘Yatırım’ ve ‘kalkınma’ yalanıyla, yalnızca belirli bir kesimin çıkarları uğruna yağmalanan yaban hayatı ve kırsal yaşam, tüm ülke halkının gerçek bağımsızlık kaynağı olarak binlerce yıldır yaşamın döngüsünü sağlayan en önemli zenginlikti.

Gölgesi satılabilecek ağaçların dönemi

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözünü doğrularcasına, Anadolu insanının gölgesinde varlığını sürdürdüğü orman dokusu, yerini “gölgesi satılabilecek” ağaçlara bırakıyor. Bununla ilgili önümüzdeki yıllarda yaşanacakları hep birlikte göreceğiz. Ancak Bakan Eroğlu’nun açıklamaları doğrultusunda akıllara düşen kimi soruların da kamuoyu önünde tartışılması gerekiyor.
Muşmula dikerek kıyılan sedirleri geri getirebilir miyiz?
Aslında en temel soru şu: “gördüğümüz boşluklara muşmula ve at elması dikerek kıyılan yüzlerce yıllık sedirleri, meşeleri geri getirebilir miyiz? Ya da Anadolu kültüründe sosyolojik olarak da derin izleri olan ağaçlara ‘kalkınma ve büyüme’ yalanıyla kıyıp, yerine kuşburnu dikerek ne kadar gelişiriz?”
Bu soruların yanıtını vermeye her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü Türkiye’nin coğrafyası kapsamlı bir eko-kırımdan geçiyor ve daha fazlası için gerekli yasal düzenlemeler bugünlerde meclisin gündeminde.
Doç. Dr. Çağlar: ‘Ağaç popülizmi aldatmacayı kolaylaştırıyor!’
Türkiye ormancılığı konusunda önemli çalışmaları bulunan az sayıdaki aydınlarımızdan biri olan Doç. Dr. Yücel Çağlar, her zamanki sorgulayıcı ve yol gösterici tavrıyla resmi ağızlarda sıklıkla çiğnenen bir sakıza dönen ağaçlandırma popülizmine ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yapıyor. Yukarıdaki temel soruların da yanıtını içeren kapsamlı değerlendirmesinde başka alanlarda olduğu gibi orman ve ağaç popülizminin de düşünceleri, daha önemlisi duyguları giderek körleştirerek; mantıksızlığı, bilgisizliği egemenleştirip her türlü aldatmacayı kolaylaştırabildiğinin altını çiziyor: “Bu alandaki en içtenlikli çabaların bile gülünç mü gülünç, acıklı mı acıklı durumlara yol açması, bir bakıma kaçınılmazlaşıyor. Ülkemizde, özellikle ‘sivil’ yurttaşlarımızın ormanların korunmasına, ağaçlandırma çalışmalarına herhangi bir biçimde katılması ve/veya katkıda bulunması da içtenliğinden kuşku duyulmayacak bir tutumdur kuşkusuz.”
‘Orman kurmak sermayenin beklentisini karşılamaz'
1980’li yıllarla birlikte, tıpkı faşizan ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de bir ağaçlandırma tutkusunun yeşertilerek, sözgelimi her köyde “Atatürk Ormanı” kurulması çabalarına girildiğini ancak 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 57. maddesinde yapılan değişikliklere kimileri Anayasaya ve yasaya aykırı olarak sağlanan ‘olağanüstü’ sayılabilecek desteklere karşın özel kişi ve kuruluşların bu doğrultuda hemen hemen hiç bir çabaya girmediğini kaydeden Çağlar, “girmemiştir, çünkü ağaçlandırma yoluyla orman ekosistemleri oluşturmak ve gerektiği gibi yönetmek özel sermayenin kısa ve orta dönemli beklentilerini karşılamaz” diyor.
Gülünç planın gülünç uygulamaları
Uygulamaya konulan Ağaçlandırma Eylem Planı’nı “gülünç” olarak niteleyen Doç. Dr. Çağlar, uygulamanın sonuçlarının kamuoyuna açıklanma biçiminin de gülünç olduğu belirterek Orman ve Su İşleri Trabzon Şube Müdürlüğü’nün; “Seferberlik kapsamında 2010 yılında ”Her Bebek İçin Bir Fidan Kampanyası” başlatılarak ilimizde doğan her bebek adına bir fidan dikilecektir. Bu amaçla İl Müdürlüğümüzce Trabzon Belediyesinden alan tahsis edilmiştir. Bu sahada çocuğu adına dikilen fidanı görmek isteyenler, sahaya giderek rahatlıkla fidanını bulabilecektir” şeklindeki duyurusunu buna örnek göstererek, “İş bu türden açıklamaların yapılabildiği bir noktaya geldiğinde, sanırım söylenebilecek söz de pek kalmıyor. Çoğu kişiye belki de ‘yaratıcı’ bir çaba olarak gelebilecek bu türden uygulamalar, adında hem “mili” hem de “seferberlik” yakıştırmalarının bulunduğu ağaçlandırma ve toprak erozyonunu önleme amaçlı bir hareket gerektiğince ciddiye alınabilir mi? Alınabiliyor olacak ki AEP, Başbakan’ın ve ilgili bakanın da katıldığı ‘görkemli’ törenler ve büyük savlarla kamuoyuna açıklanmış. İllerde yine ‘görkemli’ törenlerle ve bu türden açıklamalarla uygulamaya konmuştu. Bunlar denli olmasa da uygulama sonuçları da ilgili bakan tarafından kısmen abartılarak, kısmen de gerçek dışı bilgilerlerle kamuoyuna açıklanmıştır” görüşünü dile getiriyor.

Açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmıyor

Ağaçlandırma Eylem Planı ile 2,3 milyon hektarın ağaçlandırılmasının hedeflendiğini anımsatan Çağlar, açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüğü değerlendirmesinde, “dolayısıyla uygulama da 2,3 milyon hektar ağaçlandırma yapılmamıştır. Bu gerçek, ilgili bakanlığın web sayfasında yapılan açıklamalarda açıklıkla sergilenmiştir. Ancak yapıldığı öne sürülen 2,4 milyon hektar çalışmanın ne çalışması olduğu ise belirtilmemekle birlikte yine de çok büyük bir çoğunluğunun ‘rehabilitasyon’ olduğu söylenebilir. 2008-2010 döneminde gerçekleştirilen 1 milyon hektar ‘rehabilitasyon’, 165,7 bin hektar ‘erozyon önleme’ ve 18 bin hektar da ‘mera ıslahı’ çalışmasının tümünün, başta Orman Genel Müdürlüğü olmak üzere doğrudan ilgili kuruluşlar tarafından yapılmış olması bu vargıyı pekiştirmektedir” diyor.
Ağaçlandırma Eylem Planı’nı, ‘halksız seferberliğin eylem planı’ olarak niteleyen Çağlar, uygulamada bakanlığın dışındaki kişi, kurum ve kuruluşların çalışmalara katılma düzeyinin yüzde 3, 6 oranında kaldığını, bir başka deyişle yasa kapsamında seferberliğe katılmakla yükümlü olan kurum ve kuruluşların planda öngörülen yüzde 6’lık oranın altında kaldığını belirtiyor.
Yaşananlar komedi dükkanı gibi
1980’den sonra ağaçlandırma ve toprak erozyonunu durdurma amaçlı çalışmalara da popülizmin sığlığının bulaştığına değinen Çağlar, “Kimler nereye ne amaçla hangi ağaç ve ağaççık türlerini diksin; yeter ki diksin!” yaklaşımının giderek egemenleştiğine işaret ederek, ilgili bakanlık ve birimlerin de bu çalışmaların ekolojik, teknik, ekonomik ve toplumsal gereklerini görmezden gelmeye başladığını söylüyor. Ne orman fakültelerinin, ne de ormancılık araştırma kuruluşları ile ilgili meslek örgütlerinin bu durumu sorgulamadığına değinen Çağlar, çeşitli rakamlar vererek yapılan çalışmaların kıyasladığı değerlendirmesinde özetle şu eleştirileri sıralıyor:“böylece ağaçlandırma ve toprak erozyonu önleme çalışmalarının gerektiğince etken ve işlevsel olabilmesi de tümüyle rastlantılara kadı. Ülkemizde aldatmacaların da ölçütleri değişti. Dolayısıyla ‘en büyüğü’ ile ‘en küçüğünü’, ‘en çirkini’ ile ‘en güzelini’, ‘en doğrusu’ ile ‘en yanlışını’ ayırt etmek de zorlaştı. Siyasal iktidarın on yıldır sergilemeye çalıştığı, doğrusunu söylemek gerekirse çok da başarılı olduğu görünüm, Sayın Tolga Çevik’in ‘Komedi Dükkânı’nı akla getiriyor. Yaşamın her alanından onlarca örneği verilebilecek bu görünümün birisi de geçtiğimiz yıl sonuçlandırılan ‘Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberliği’ oldu. Doğrusu, gerçekleşmeler ve kamuoyuna yapılan açıklamalar karşısında konuyu birazcık olsun bilenlere ‘pes’ dedirtebilecek bu ‘seferberlik’ de sonunda bitti. Kimlerin ‘derdi’, bilmiyorum ama bence sorgulamak gerekiyor: Ne amaçlanmıştı; ‘seferberlik eylem planı’ nasıl hazırlanmış ve nasıl uygulanmış, sonuçları ne olmuştu? Belirtildiğine göre hazırlanacak yeni eylem planında ‘vatandaşlara gelir getirici, ceviz, badem ve tıbbi aromatik bitkiler’ de kapsama alınacakmış. Böylece, orman ekosistemlerinin meyve bahçelerine dönüştürülmesine yeni boyutlar kazandırılacak. Bu, sizce de hiç olmazsa bu aşamada sorgulanması gereken bir gelişme değil midir?”
Yusuf Yavuz

18 Şubat 2013 Pazartesi

Kağıt devi çekiliyor

13 Şubat 2013 Çarşamba

Kuyu suyu paralı mı?

İSTANBUL Bağımsız milletvekili Levent Tüzel, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’ya kuyu sularına takılan su sayaçlarını sordu. Yer altı suyu kullanımının kontrol altına alınması ve israfın önlenmesi iddiasıyla “Ön yüklemeli, uzaktan kontrollü su sayacı” takılmasının zorunlu hale getirileceğinin söylendiğini ifade eden Tüzel, Kahramanmaraş’ın Elbistan Ziraat Odası (EZO) tarafından düzenlenen toplantıyı da aktardı. Bu açıklamaya göre, kuyu suyu kullanımı için para alınmayacağını ancak çiftçilere kart zorunluluğu getirilerek sınırlandırılacağını ifade eden Tüzel,  “Kullanılacak su miktarı, çiftçilere verilecek kartlara ‘su kredisi’ olarak yüklenecek, kartlardaki kredi bittiği zaman sayaç da durdurulacaktır” dedi.

TÜZEL’İN SORULARI
* Yeraltı sularının kontrol altına alınması adı altında, uzaktan kontrollü sayaç takılarak, kuyu sularının vatandaşa satılmasının hazırlıkları mı yapılıyor?
* Kredi miktarı neye göre belirlenecek?
* Havalar kurak geçtiğinde vatandaş ürününe daha fazla su vermesi gerektiğinde ne yapacak?
* Bu uygulama vatandaşın kendi yiyeceğini bile üretememesi anlamına gelmiyor mu?
* Tarımın desteklenmesi gerekirken, bu tür uygulamalarla tarım bitirilmek mi isteniyor?  (Ankara/EVRENSEL)

9 Şubat 2013 Cumartesi

Para bitti, 40 bin eser ortada kaldı

Marmaray Projesi kapsamında başlatılan ve İstanbul'un tarihini 8500 yıl geriye götüren arkeolojik kazılar, kaynak bittiği gerekçesiyle durduruldu. Eserlerin bulunduğu depolar mühürlendi.ÖMER ERBİL - omer.erbil@radikal.com.tr / Arşivi
RADİKAL -CNN TÜRK İŞBİRLİĞİYLE

Yenikapı’da devam eden ve İstanbul ’un tarihini 8500 yıl geriye götüren arkeoloji kazıları ‘Bütçe bitti’’ denilerek durduruldu. Ulaştırma Bakanlığı Devlet Limanları ve Hava Meydanları (DLH) tarafından maddi destekle sürdürülen Yenikapı kazıları faks emriyle resmen sonlandırıldı. 40 bin kasa eserin tutulduğu depoların kapılarına mühür vuruldu. Konservasyonu yapılması gereken ve özel ilaçlı sularda bekletilen gemi donanımları, makaralar, yelken plangaları, halatlar, deri sandaletler, taraklar, fildişi ve kemik neolitik dönem tarihi eserleri şimdi yeni kararı bekliyor. 2004 yılından bu yana DLH desteği ile devam eden bilimsel kazılarda sonuç aşamasına gelinmişti. Kazı ekibine faksla gönderilen yazıda, ‘‘Yeni kredi alınamadığı için bütçemiz bitmiştir, kendi bütçenizle geri kalan işleri tamamlayın’’ denildi. Kazı ekibinde çalışan 20 bağımsız arkeolog işten çıkarıldı, kapılar mühürlendi, kazı ekibi alanı terk etti. Kültür Bakanlığı sorunu çözmek için DLH ile görüşmelere başladı.

Kazılar 2004’te başladı

Ulaştırma Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan ve 
Türkiye ’nin en büyük raylı toplu ulaşım ağını oluşturan Marmaray ve metro projeleri kapsamında Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı’daki istasyonların inşası sırasında yapılan kazılarda açığa çıkan arkeolojik bulgular üzerine İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü başkanlığında 2004 yılında başlayan arkeolojik kazılar son aşamasına gelmişti. Yenikapı’da 58 bin metrekare alanda deniz seviyesinin 3 metre üzerinde çalışmalar başladı. İstanbul tarihinin en kapsamlı arkeolojik kazılarında -1 metre ile -6,30 metre arasında, Erken Bizans Dönemi’nin en büyük liman olan Theodosius Limanı gün ışığına çıkarıldı. Marmaray kazı alanında 13, metro kazı alanında 22 olmak üzere değişik ölçü ve tipte 5-11. yüzyıllara tarihlendirilen 35 batık tekne bulundu.

İstanbul’un tarihi değişti

Theodosius Liman tabanı dolgusu altında devam eden kazılar sırasında, günümüz deniz seviyesinin yaklaşık -6,30 metre altında neolitik döneme ait basit taş temelli dal örgü mimari kalıntılar ile bu kalıntıların çevresinde büzülmüş pozisyonda (Hoker) ve urne gömülerin tespit edilmesi bölgenin Neolitikleşme sürecini ortaya çıkardı. 2011 yılı başlarında Yenikapı Metro kazı alanı içinde neolitik dönem mezar mimarisi içinde oldukça nadir görülen ahşap kullanımı ile karşılaşıldı. Yenikapı neolitik yerleşmesi ile Tarihi Yarımada’nın yerleşim tarihi günümüzden yaklaşık 8500 yıl geriye taşındı. Neolitik dönem İstanbul’unun ilk yerlilerine ait 390 ayak izi tespit edildi. Yaklaşık 9 yıldır süren kazılarda neolitik dönemden başlayıp, kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşan ve kent tarihine ışık tutan 35 bin eser belgelenerek bilimin hizmetine sunuldu. Bu çalışmalar sırasında ayrıca antik kent Theodosius Liman kalıntıları ile neolitik kültür katı arasında tabakalaşmış deniz dolguları, Marmara Denizi’nin son 10 bin yıl içinde geçirdiği değişimlerin anlaşılabilmesi açısından son derece önemli bulgular sundu.
İlaçlı sularda bekletiliyordu
Kazılar sürerken araziden çıkan malzemelerin tasnif işi de aynı anda devam ediyordu. Arkeologlar araziyi bir an önce DLH’ye teslim etmek için hızlıca kazıp, bilimsel verileri daha sonra toplamak ve değerlendirmek üzere laboratuvarlara almışlardı. Amaç devam eden inşaata engel olmamaktı. Ortaya çıkarılan malzemelerin tasnifi, bakımı, bilimsel çalışmalarının yapılması şimdi ortada kaldı. DLH adeta ‘‘öküz öldü ortaklık bitti’’ dedi. Çünkü metro arazisinin kazısı bitirilip DLH’ye teslim edildi.

Aylık gider 100 bin lira

20 bağımsız arkeoloğun maaşları ve bilimsel konservasyon için havuzlardaki suların kimyasal ilaç paraları ile laboratuvar aşamasında kırtasiye malzeme alımının toplam maliyetinin 100 bin lirayı geçmediğini belirten kazı çalışanları, Kültür Bakanlığı’nın sorunu bir an önce çözmesini istedi. Kültür Bakanlığı yetkilileri ise sorunun çözümü için Ulaştırma Bakanlığı ile görüşmelerin başlatıldığını, eserlerin ortada kalmaması için gerekenin yapılacağını söylediler. 
Eserler tasnif bekliyor
Tasnif edilmeyi bekleyen 40 bin kasa malzeme var. Bunların envanterlik, etütlük olarak ayrılmaları, bilimsel verilerin alınması, eserlerin fotoğraflarının çekilmesi, restore edilmeleri gerekiyor. Organik küçük buluntuların konservasyonları yapılamadı. Özel ilaçlı sular içinde bekletiliyor. Periyodik olarak sularının değişmesi, bakımlarının yapılması ihtiyacı varken yaklaşık 2 aydır bütçe yok deniliyor. Dünyanın en geniş organik eser koleksiyonunu oluşturmak mümkünken şimdi çürümeye terk edildi. Bu eserler arasında gemi donanımları, makaralar, yelken plangaları, halatlar, deri sandaletler, taraklar, fildişi ve kemik eserler yer alıyor.
Kazı ekibi en fazla altı ay içinde tüm çalışmaların bitirileceğini söylüyor. DLH’nın daha önce, ‘‘Araziyi teslim edin, biz laboratuvar aşamasında da size destek vermeye devam edeceğiz’’ dediğini hatırlatan kazı ekibi, ‘‘25 maddelik kazı protokolünde de kazı sonuçları tamamlanıncaya kadar ekonomik desteğin verileceği belirtiliyordu. DLH’nin böyle yapacağını tahmin edemedik. Her buluntuyu değerlendirdikten sonra kazılara devam etmemiz gerekirken, inşaata engel olmamak için buluntularla ilgili sonuçları sona bıraktık’’ dedi.

8 Şubat 2013 Cuma

 Sağlık yerlerde!

Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi çocuk acilde yaşanan rezalet, sağlıkta dönüşümün son göstergesi oldu. Çocuk acil bölümünde 2, 3, hatta 5 çocuk, küçücük yataklarda birlikte yatırılıyorlar. 5 gündür acilde tutulan ve iyileşmeyen bebekler var.  Henüz 1-2 yaşındaki bebekler, yerlere kurulan yataklarda tedavi görüyor. Değil hasta çocukların, sağlıklı yetişkinlerin bile hasta olarak çıkacağı bir ortamda bebekler ve çocuklar tedavi edilmeye çalışılıyor.
Serviste, yeni gelen hastaları, acil durumdaki bebek ve çocukları alacak yer yok. Hasta bakıcılar bu duruma “Yerlere battaniye serelim madem, çocukları oraya yatırırız” diyerek isyan ediyor. Yerlerde yataklar, odalarda yürüyecek yer kalmamış. Çocukların yanındaki anneler, “Dün gelseydiniz daha beterdi buralar” diyor.
‘HER YER PİSLİK İÇİNDE’
Rezalet bir odaya tıkıştırılan çocuklarla bitmiyor.  Tuvaletler pislik içinde… Salon, yataklar, hiçbir yerde ‘hijyen’den eser yok. Salonda havalandırma olmadığı için sıcak ve havasız. Aileler özellikle tuvaletlerden şikayetçiler ve durumun bir an önce gündeme getirilmesini istiyor. Çaresiz oldukları için burada olduklarını anlatıyorlar. Gerekçe ortak:  “Diğer yerler de aynı. Başka çaremiz yok.”
Anne Demet Demirbaş yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bir hafta önce çocuğumu bir tıp fakültesi hastanesine götürdüm. Orası tam bir rezillik, ne bir ilgi var ne bir hizmet. İdrar istiyorlar, 200 metre uzaklıktaki laboratuara defalarca götürüp getiriyorsun. İlk kez çocuğumu bu hastaneye getirdim, doktorlar ilgileniyor, hemşireler de, onlarda bir sıkıntı yok fakat temizlik bakımından durum çok fena. Bir yatakta üç çocuk yatıyor, çocuklar daha da hasta oluyor. Tam bir enfeksiyon ortamı. Temizlik yapsalar da yetersiz. Devletin bu kadar duyarsız kalacağını hiç düşünmüyordum. Topladıkları o kadar para, verdiğimiz vergiler nereye gidiyor hiç bilmiyoruz.”  
3 GÜNDÜR HASTALIĞIN SEBEBİNİ BULAMADILAR
Anne Cansu Doğan’ın anlattıkları da farklı değil: “Ben çocuğumu pazar günü getirdim, havale geçirmiş. İlk başta ilgilendiler şimdi hastalığın sebebini bulamıyorlar. Belinden su almak istediler ben izin vermedim. ‘Menenjit geçirmiş olabilir’ diyorlar. Beyin bölümüne gönderdiler, beyninde hiçbir sorun çıkmadı. Hala ‘kanında mı iltihap var, kulağında mı iltihap var’ bulamadılar. Benim çocuğum yatakta tek yatıyor ama altımızda bir çocuk, sağımızda solumuzda bir çocuk. Dip dibe, yerler de pislik içinde, çocukları tedavi etmeye çalışıyorlar.”
‘HABERİ YAPAMAZSINIZ’
Duruma ilişkin görüşlerini almak için aradığımız Hastane Yöneticisi Prof. Dr. Osman Güler’in sekreteri ise Güler’in hastanede olduğunu fakat görüşmeye uygun olmadığını söyledi. Sekreter, “Haber yapmak için yetkiyi kimden aldınız siz? Biz bu haberin yapılmasına izin vermiyoruz, haberi yapamazsınız?” diye çıkışmayı da ihmal etmedi.

SES: PARALARI OLMADIĞI İÇİN  TERCİH EDİYORLAR
SES Ankara Şube Örgütlenme Sekreteri Fatih Toksöz, çocukların acil serviste yaşadığı bir rezaleti, sağlık çalışanlarının da fazlasıyla yaşadığını söyledi. Buradaki sağlık emekçilerinin haftada 56 saatten fazla çalıştıklarını belirten Toksöz, hastanede ciddi bir eleman sıkıntısı yaşandığına dikkat çekti. Toksöz; “Sağlıkta şimdiye kadar yapılan sadece, performans sistemi eklenmesi oldu. Çocuklar bu performansla iyileşemeden gidiyorlar. 5 gündür acilde bulunan bir hasta çocuk olabilir mi sizce? İnsanlar acili paraları olmadığı için tercih ediyorlar ama yine para ödemek zorunda kalıyorlar ve iyileşemiyorlar. Yani acil servis de çözüm olmuyor. Piyasa mantığı ile hastane yönetilirse böyle olur” dedi.

ATO: ÇOCUKLAR İÇİN TEHLİKELİ
Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı Özden Şener de acil servislerin yoğunluğunun nedeninin vatandaştan alınan katkı payları olduğunu söyledi. Vatandaşın çocuğun süt parasından kesip katkı payına yatırmamak için acilleri seçtiğini ifade eden Şener, “Buralar çocuk hastalar için ayrıca problem. Çocuklar her tür enfeksiyona açık. Onlar için buralar çok tehlikeli” dedi. Doktorlara, acillerde günde 100 hastaya bakma görevi verildiğine dikkat çeken Şener, bunlar arasında ölümcül hastaların da olduğunu belirtti. Şener, bir doktorun en fazla 15 ya da 20 hastaya bakması gerektiğini, bunun hem doktorlar hem de hastalar açısından insani bir şart olduğunu söyledi.

ÇALIŞANLAR DA ŞİKAYETÇİ
Salona giren çıkan belli değil, hasta bakıcılar çaresiz ve güçleri yetmiyor. Bu durumun hep böyle olduğunu anlatıyorlar. Hasta bakıcılar bu duruma “Yerlere battaniye serelim madem, çocukları oraya yatırırız” diyerek isyan ediyorlar.(Ankara/EVRENSEL)

7 Şubat 2013 Perşembe

Ergene Havzası ağır komada

Nejla Demirci’nin yönetmen ve yapımcılığını üstlendiği Gündöndü belgeseli; halen 1,5 milyon insanın yaşamakta olduğu Trakya’nın Ergene havzasındaki sosyal, kültürel ve siyasi değişimlerin anlatıldığı, konuyla ilgili bilim insanlarının bilimsel araştırmalarının da yer aldığı, canlı tanıkların konuştuğu, Ergene Havza’sının ekolojik dengesinin yok oluşunu anlatıyor. Tüm bu süreci Nejla Demirci ile konuştuk.

Ergene Havzası üzerine bir belgesel fikri nereden doğdu?
Ergene’yi seçme nedenim tesadüf değil. 20 yılımı Trakya’da geçirdim. Aslen Ağrılıyım. İstanbul’a 2001’de yerleştim ailem de buraya geldi. 2011’de Taksim’de bir çevre eylemi vardı. O zaman Uzunköprü ile bağlantı kurduk. Belediye başkanıda eski arkadaşımdır ve Ergeneyi’de anlatalım dedim. Bunun sonucunda 100 kişilik bir eylemci grubu geldi Taksim’e. Sonrasında da Ergene medyanın gündemine oturdu ve o zaman birçok kişi Ergene’yi sormaya başladı. Üstelik soranlar ekolojist insanlardı. Ergene nerede, ne durumda, denmeye başlandı. Birkaç arkadaşımla konuşup bir platform oluşturma ihtiyacı hissettik ve toplantılar sonucu Ergene İnsiyatifi olarak bir birlik oluşturduk. Trakya ile daha ileriden ilişki geliştirmeye başladık ve ağırlığı İstanbul üzerinden değil Trakya’ya daha çok giderek çalışmalar yürüttük.
Uzunköprü’de yapılan bir eylem sonrası nehirin halini görünce bir belgesel yapmaya karar verdim.

Ergene Havzası’nın özellikleri nelerdir?
Bölge 8000 yıllık tarımsal kültüre sahip. Ayçiçeği cenneti, Gündöndü ismi de burdan geliyor. Türkiye’nin ayçiçeği ihtiyacının yüzde 70’i, çeltiğin yüzde 50’i, buğdayın yüzde 10’u burdan karşılanıyor. 5000 adet sanayi kuruluşu var. 1.5 milyon insan yaşıyor. Sanayi kurulıuşlarının 5 milyon metreküp su kullandığı söyleniyor. Bu havzadaki kirliliğinin yüzde 75’ini sanayi kuruluşlarının yarattığını devlet söylüyor ve aynı devlet, bu kuruluşların yüzde 80’nin de kaçak olduğunu söylüyor. Bölge gıda zinciri içersinde çok fazla kanser riski taşıyor. Bu ürünleri bütün Türkiye tüketiyor. Önce havza halkı sonra tüm Türkiye zehirleniyor.

Peki bu bölge için bir çözümü var mı devletin?
Herkesin atık suyunu bir yerde toplayıp arıtacağını söylüyor bölge halkına ve bu arıtılmış suyu denize vereceğini belirtiyor. Ancak bilim insanları böyle bir büyüklükte arıtma tesisinin dünyada henüz icat edilmediğini belirtiyorlar. Ama ne hükümet ne de muhalefet olsun resmi kurumlar tarafından bu verilerle ilgili benimle ne görüşmek isteyen ne de bu bilgileri isteyip bir çalışma yapan olmadı.

Belgesel çekim sürecinde neler yaşadınız yerel halktan destek, bilgi veren oldu mu?
3 yıl sürdü çekimler.İki kişilik ekiptik temelde, bazen yerel halktan günlük destek verenler oldu. Başlangiçta bir iki yere destek için başvurdum sonra sanayi kuruluşlarından destek vermek isteyen olunca kendim yaptım. Sonuçta sistemin mahvettiği bir şey için yapıyorsunuz ve sistemden destek alırsanız ne kadar samimi olabilirsiniz. Ama belediyelerin her aşamada destek vermesini isterdim ama bu mümkün olmadı.
Halk inanılmaz sahiplendi. En çok istediğim şey deşarz noktalarını çekmekti ve beni oralara asla yalnız göndermediler. Çünkü buralar gözden uzak noktalardı. Herşeyi çok gerçek tariflediler. Zaten belgesel onların dilinden anlatılıyor. Tabii köstek olanlar da oldu ne de olsa 5000 sanayi kuruluşu var. Çekim esnasında müdahaleler oldu, takipler oldu. Hatta Çorlu da çok erken bir saatte bir köprü üstünde çekim yaparken polis geldi yanımıza ve sizi bekleyeceğiz dediler. Çünkü herşey olabilir bir kamyon gelip sizi ezebilir dediler. Kirlilik nedeniyle onlar bile bir an önce görev süresini doldurup oradan gitmek istiyorlar. Bir gazeteci arkadaşımın çok yakın bir arkadaşı ile tanıştım sadece orada fotograf çekip gazetede yayınladığı için bir tarlaya götürüp dövülmüş. Darp edilmiş fotograflarını göstermişti bana.

Belgesel nerelerde gösterildi şu ana kadar?
İlk önce Çorlu’da Velimeşe köyünde gösterim yaptık. Çiftçilerin organizasyonuyla oldu. Ayrıca çekim aşaması henüz bitmişti ki Marsilya 6. Alternatif Su Forumu’na davet edildik. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu aracılığıyla biliyorlardı belgesel çektiğimizi ve 30 dakikalık bir versiyonunu gösterdik. İnanılmaz ilgi gördü. 30 dk’lık versiyon sonrası 70 dk’lık bir versiyon daha hazırladık. Çeşitli festivallere bu iki versiyonu da gönderdim. İstanbul Film Festivali’nde de 22 Şubatta gösterilecek ve ilk Türkiye gösterimi olacak. Mümkün olduğunca çok kişinin gelmesini, izlemesini isterim. Kamuoyunda gündem de tutmak ve duyarlılığı artırmak için önemli.

BÜYÜK BİR İŞÇİ SÖMÜRÜSÜ VAR
Peki bu sanayi kuruluşlarında çalışan işçilerin durumu nasıl?
Çekimler esnasında işçilerle karşılaştığımda şoka uğradım. Elleri kolları kopmuş işçiler, tırnakları düşmüş, astım, bronşit olmuş işçilerle karşılaştım. Çarşıda oturun, karşıdan gelen kişilere bakın kimlerin deri sanayiinde çalıştığını anlardınız. Bir kere sarhoş gibi yürüyorlar, ten renkleri çok farklı, gözlerinin altı mosmor. Çok sağlıksızlar, oturup konuştuğunuz da cümle düşüklükleri cümle kuramama halleri dikkat çekiyor. Bir nehrin kirliliği ile yola çıkmıştım, sanayi kuruluşlarının doğayı kirletmesiyle çiftçinin elindeki toprağın el değiştirmesiyle, nehirde yaşayan 12 çeşit balığın yokolmasıyla, yediğimiz gıdaların zehirli olmasıyla yola çıkmıştım. Bambaşka birşeyle karşılaştım. Büyük bir işçi sömürüsüyle karşılaştım. Sonra bu insanların bu bölgede fabrikalarla iç içe yaşadığını gördüm. Yani önce zehiri soluyan kesim işçi kesimi ve aileleri ile birlikte yavaş yavaş ölüyorlar. Ergene geçtiği her yerde cinayet kokusuyla geçiyor. Ve kapitalizmin pisliği her yerde buram buram kokuyor. İşçilerde o kimyasallarla birarada yaşıyor. Yılın altı ayı çalışıp altı ayı iş bekliyorlar. Sendikasızlar, örgütsüzler. Aileleri var ve korktukları için kamera ile çekim yapmamı istemiyorlardı. İstihdam adı altında asgari ücret ve daha da altında işçi çalıştırıyorlar. Burada 262 milyon dolarlık bir kürk sektörü dönüyor. Yani hayvanları da kürkleri ve derileri için vahşice katlediyorlar.

AKCİĞER KANSERİ, TÜRKİYE ORTALAMASI ÜZERİNDE
Belgeseli çekerken ne gibi sonuçlara ulaştınız?
Belgesel için pirinç, ayçiçeği ve buğday tahlilleri ile ilgili sonuçları çok istiyordum ama saklanıyordu, su tahlili yaptıramadık. Kimse yapmak istemiyordu. Trakya’da belli kurumlardan bunu istedim ama alamadım ve bizim ürünlerde ağır metal yok ithal ürünlerde var denildi. Sonrasında belgeselin danışmanı da olan Dr.Yavuz Dizdar aracılığıyla bu tahlilleri yaptırdım. Ağır metaller Pirinç, buğday ve ayçiçeğinde, gıda tüzüğünde toksisite yaratan değerlerden 8 kat fazla bulundu. Ayçiçeğinde Kadmiyum 2 kat fazla bulundu.
Resmi kaynaklar, kanser özellikle akciğer kanserinin Türkiye ortalamasının üzerinde olduğunu söylüyor ama gıda ürünlerindeki sonuçlara rağmen hükümet bunu alkol ve sigaranın yoğun tüketilmesine bağlıyor.  (İstanbul/EVRENSEL)

NEJLA DEMİRCİ:
1971 tarihinde Ağrı’da doğdu. 1982’den 2001 tarihine kadar Ergene Ovası’nda yaşadı. 2010 yılında Ergene nehri için mücadele etmeye başladı. 2012’de Ergene Nehri’nin isyanını, Ergene’lilerin deyimiyle GÜNDÖNDÜ ile anlattı. Ekoloji alanında çeşitli yazıları dergi ve gazetelerde yayınlandı.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Barajlara karşı fiili mücadele

  • DERİ İŞÇİLERİ BARAJA KARŞI MÜCADELE HATTINI BELİRLEDİ
  • Gökhan Durmuş
  • Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasasının çıkmasının ardından Ocak ayında açıklanan istatistiklerle birçok sendika barajı aşamadı. Tekstil işkolu ile birleşmesinin ardından barajı aşamayan sendikalardan birisi de Deri-İş Sendikası. Yıllardır yürüttükleri fiili mücadeleler ile tanıdığımız Deri-İş, bundan sonra da mücadelesini büyüterek sürdürecek.
    Mader Deri Deri-İş İşyeri Temsilcisi Zülfü Acar, yeni sendikalar yasasına karşı hem Ankara’da hem de İstanbul’da eylemler yaptıklarını, hükümetin kendisi gibi düşünmeyen sendikaları yok etmek için bu yasayı hazırladığını kaydetti. İki yıl daha yetkili olacaklarını ancak iki yıl sonra barajı aşamadıkları için yetkiyi kaybedeceklerini belirten Acar, artık tekstil işçilerini de örgütleyebildiklerini, bu iki yıl içinde fiili mücadele ile örgütlenme önündeki engelleri de aşarak barajı geçeceklerini ifade etti. Acar, sözleşmeleri de fiili olarak imzalayacaklarını kaydetti.
    KENDİ GELECEĞİMİZ İÇİN ÖRGÜTLENECEĞİZ
    Derimsan işçisi Aydın Canpolat da “Bundan sonra daha güçlü şekilde omuz omuza vererek bu antidemokratik barajları aşacağız. Bundan sonra her şeyi fiili olarak yapacağız” diye konuştu.
    Mücadeleye kaldıkları yerden devam edeceklerini belirten Karaca Deri işçisi Zeki Çetindal, öncelikle işyerlerindeki taşeron çalışmasına son vermeleri gerektiğini, kendilerinin iki aylık mücadele ile taşeronu işyerinden kovduklarını kaydetti. Çetindal, bütün işyerlerinden taşeronu atarak barajları da aşacaklarını söyledi.
    Al Deri Deri-İş İşyeri Temsilcisi Veli Araz, “Bundan sonra Deri-İş üyesi her bir işçi kendi geleceği için çalışmalı ve örgütlenme mücadelesine katılmalıdır. Bundan sonra hem işyerlerinde hem de sokaklarda yumruğumuzu daha sert vuracağız. Türk-İş başta olmak üzere bütün sendikaları bu antidemokratik yasalara karşı mücadele içine sokacağız” diye konuştu.
    YENİ BİR TAKTİK BELİRLEYECEĞİZ
    Prima Deri işçisi Hacı Köse de yetkilerini gasbeden anlayışa karşı mücadele edeceklerini söyledi. Köse, yeni örgütlenmeler yapacaklarını, fiili mücadele ile barajları aşacaklarını ifade etti.  
    Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasası gündeme geldiği zaman birçok sendikanın “Bu yasa çıkmaz” dediğini, bu yüzden de yasaya karşı ciddi bir eylem örgütlenmediğini hatırlatan Çede Deri İşyeri Temsilcisi Çiğdem Müldür, bu yasanın ardından bugüne kadar işçilere yüzünü dönmeyen sendikaların artık var olabilmek için tabanın içine gireceğini kaydetti. Deri-İş olarak her zaman örgütlenmenin önündeki engellere karşı fiili mücadele içerisinde olduklarını belirten Müldür, “Fiili mücadelemize aynen devam edeceğiz. Bundan sonra sorumluluklarımız daha da arttı. Yeni bir taktik belirleyip kölelik koşullarında çalışan tekstil işçilerini de örgütleyeceğiz” diye konuştu.

    YASALAR DERİ-İŞ’İ ENGELLEYEMEZ
    DERİ-İŞ Sendikası istatistiklerin açıklanmasının ardından baraj engeline takılmasını Tuzla’da üyeleriyle birlikte protesto etti. Tuzla Deri Organize Sanayi Bölgesindeki Der-İş üyesi işçiler fabrikalarından çıkarak Traktörler Durağına doğru yürüyüş yaptı. “Hükümet yasanı al başına çal”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” sloganlarıyla yürüyen işçilere, Türk-İş 1. Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak, Tek Gıda-İş Genel Merkez Yöneticisi Recep Ali Çelik, Yol-İş Şube Başkanı Erdem Arcan, Basın-İş Şube Başkanı Levent Dinçer, TÜMTİS Şube Başkanı Ersin Türkmen, Belediye-İş Şube Başkanı Muhammed Ceylan, EMEP İl Yöneticisi Metin İlgün de destek verdi. Deri işçilerine seslenen Deri-İş Genel Başkanı Musa Servi, mücadeleci sendikaları tasfiye etmeyi amaçlayan yasanın çıkmasının ardından 92 sendikanın yüzde 1 barajını geçemediğini ve toplusözleşme hakkının ellerinden alındığını ifade etti. Baraj sisteminin anti demokratik olduğunu, bunu yanı sıra yeni yasayla iş kollarının da birleştirilerek birçok sendikanın yetkisiz hale getirildiğine dikkat çeken Servi, Türk-İş bile kurulmadan önce kurulan bir sendikanın bu şekilde engellenemeyeceğini, 65 yıllık mücadele tarihi içinde her zaman fiili mücadele yürüten bir sendika olduklarını söyledi. Deri-İş’in 1990’lı yıllarda deri sanayinin Kazlıçeşme’den Tuzla’ya taşınırken de yok edilmek istendiğini hatırlatan Servi, “Ancak deri işçileri fiili ve meşru bir mücadele ortaya koyarak sendikasıyla bütünleşerek, mücadele ederek, direniş çadırları kurarak, barikatlar oluşturdu. Dün olduğu gibi bugün de fiili ve meşru zeminde diğer emek dostlarıyla mücadelemizi birleştireceğiz ve bundan sonra da mücadelemizi sürdüreceğiz” diye konuştu. Bu zamana kadar haklarını fiili mücadele ile elde ettiklerini söyleyen Servi, yasal engellere rağmen Deri-İş’in varlığını sürdüreceğini kaydetti. (İstanbul/EVRENSEL)

İki güzellik bir arada

İki güzellik bir arada

Ya üçüde olmasaydı

Ya üçüde olmasaydı

Mehmet Akif Ersoy'dan

Mehmet Akif Ersoy'dan

Gezi Parkı

Gezi Parkı

Ne Denilebilir!...

Ne Denilebilir!...

Gezi

Gezi

Günün Fıkrası

Deli

1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



Avukat 1




Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

Avukat gülümsemiş.

- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




Avukat 2




George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




Avukat 3




Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

“İki kere iki kaç eder?”

Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

''Kaç olmasını istersiniz?''




Avukat 4




Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




Avukat 5




Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

Avukat açtı ağzını:

“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

Görevli yerin dibine geçmişti.

Sadece:

“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

Avukat onun sözünü keserek devam etti:

“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















Günün Sözü

Homo sum,humani nil a me alienum puto

İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
Zamanın belleği var