'Benim bu hale gelmeme bir tek cümle sebep olmuştur'
Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz ile Sümeroloji’yi, Sümer ve Asur kültürlerini ve tarihin bu az bilinenlerinin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştuk.
Nuray Pehlivan npehlivan@gazeteduvar.com.tr
İZMİR – Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe… Bugün bu 5 ölü dili konuşan tek bir insan dahi yaşamıyor. Ancak yıllarca, bu dillerde yazılmış kil tabletler üzerindeki bilgileri günümüze taşıyan, 5 bin yıl öncesinin tarihine ışık tutan, 200 makale ve 16 kitapta imzası bulunan, Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz’ın bu dillerle ilgili anlatacak çok şeyi var. Bugüne kadar 10 bini aşkın tablet okuyan Donbaz, ölü dillerin günümüze tercümanlığını yapıyor.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Tablet Arşivi Şefi olarak sürdürdüğü görevinden emekli olan Donbaz, ne müzeden ne de araştırmalarından kopmuş. Tarihin az bilinenlerini bugün de büyük bir keyifle anlatmaya devam ediyor. Veysel Donbaz ile Sümeroloji’yi, Sümer ve Asur kültürlerini ve tarihin bu az bilinenlerinin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştuk.
23 yıl boyunca hiç kimsenin tercih etmediği bir bölümü seçmeye cesaret ettiniz. Bu seçimin sebebi neydi, neden Sümeroloji?
1958’de Denizli Lisesi’ni bitirip, Hava Harp Okulu’na gitmek istedim. Çünkü ailemin durumu iyi olsa da daimi bir gelirimiz yoktu. O yıl ne kadar mahsul olursa onunla geçinmek zorundaydık. Ankara’da ya da başka bir ilde okumak ayda belirli bir bütçe gerektiriyordu. Babamın bana 4 yıl boyunca düzenli para göndermesi imkansızdı. O yüzden burslu okumak zorundaydım. İlahiyat Fakültesi’nin sınavsız burslu aldığını duydum. Dedim hiçbir yere giremezsem müftü olurum… Bu arada bir tanıdığım vasıtasıyla zamanında takım komutanı olan birisiyle tanıştım. Bu durumdan bahsedince bana Ekrem Akurgal’a vermek üzere bir kart yazdı: “Hamili kart yakınımdır kendisine suhulet gösterilmesi.’’ Kartı alıp doğruca Ekrem Akurgal’ın yanına gittim ve ona kartı verdim. Bana dedi ki, çivi yazısı öğrenmek ister misin? “Eğer ucunda burslu okumak varsa ben her şeyi öğrenirim. Bana hiçbir şey mani olamaz’’ dedim. 2 ayrı sınava girdim o gün. Böylece 23 yıldır kayıt yapılmayan Sümeroloji bölümüne hemen kaydımı yaptılar. Bölümde benden başka öğrenci olmadığını okul başlayınca öğrendim. Yalnız bir bölüm düşünemediğim için bunun gerçek olacağını da hiç düşünememiştim. O yıl ben kayıt yaptırmasaydım Sümeroloji bölümü kapanıyormuş meğer.
Siz başarının seçilen meslekte değil, kişinin kendisinde olduğunu gösterdiniz…
Evet, insanın kendine güveni var ise dıştan yapılan manevi zorlamalar onu desteklemekten başka bir işe yaramaz. Mesela okul yıllarında hocamla yaşadığım bir kavga benim hayatımı değiştirdi. Bir gün Babilce mektupları okuyorduk. Benim bu hale gelmeme bir tek cümle sebep olmuştur. “Lalinin susamını kabul etmeyeceğiz”deki o la’yı Araplar gibi söyleyemediğim için… La olumsuzluk eki, hayır demektir. “Belediye reisinin susamını kabul etmeyeceksin” diyor. Ben çevirisine itiraz edince hocayla tartıştık. Bana elini kaldırdı. Hoca bu kavgayı asla unutmadı ve bu yüzden okulda asistan olarak kalamadım. Ben bu cümleyi doğru söyleseydim asistan olarak kalacaktım ve hiçbir şey yaptırmayacaklardı. O zamanlar çok üzülmüştüm ama yılmadım. Daha sonra müzeci olarak İstanbul’a atandım. İstanbul’da bir yığın malzeme vardı okunacak. Gece gündüz ne varsa okumaya başladım, hiç durmadan.
O dönemde eski çağ dilleri eğitimi nasıldı?
O dönemlerde ilgi çok fazlaydı. Şimdiki gibi olsaydı ben yetişemezdim. Sana diyorlar ki şu dersi hazırla gel. Bir kağıt veriyorlar eline çivi yazılı. Piyano, keman öğrencisi nasıl birebir ders yapıyorsa işte aynı öyle ders gördüm.
‘SÜMERCE’NİN TÜRKÇE İLE İLGİSİ YOK’
43 yıllık Cumhuriyet müzecisisiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Jale İnan, Afet İnan gibi bilim insanları yurtdışına gönderildi. Sonra devam etti mi bu gelenek, sizin yurtdışına gönderilmeniz söz konusu oldu mu?
Ben yurtdışına gönderilmedim; ama benim gayretimle 1987’de “Asuroloji Kongresi” yaptık. Dış işleri ve Kültür Bakanlığı’nı ikna ettik ve bir kere de olsa bu kongreyi yapabildik İstanbul’da. Japonları da çağırdık o zamanlar. 60-70 tane yurtdışında yazılmış makalem vardı. Bunların yalnız 4-5 tanesi Türkçedir.
Asurca, Akatça, Sümerce dilleri arasında ne gibi farklar var? Kökenleri ne? Bu dillerin günümüze ulaşan unsurları var mı?
Sümerlerin 3200 yıllarında yavaş yavaş çivi yazısına gelmesi yaklaşık 2000 sene alıyor. Eskiden baktığınızda yazılı iletişim hep resim şeklindedir. Ama düşünce devreye girince onu geliştirmişler işte. Uzun bir hikaye, M.Ö 24. Yüzyılda Akatlar Mezopotamya’ya hakim oluyor. Sümerceyi ortadan kaldırmıyorlar. Akatçayı kullanarak, Sümerceyi yine devam ettiriyorlar. Sümerlerin dili ideogram dilidir, her hecesi bir kelimeye tekabül ediyor, ama onların da çekilmiş fiilleri var. Sümercenin Akatça ile hiçbir ilişkisi yok. Sümerlerin muazzam bir edebiyatları var; şiirleri, hikayeleri, destanları, efsaneleri var. Belki 20 tane destanları var. Bunları Sümer edebiyatıyla yapmışlar. Akadçaya çevrilmiş.
Günümüze sayıca Akatçadan çok ama Sümerceden az unsur ulaşmış. Örneğin; bugün kullanılan “zabit” kelimesi eskiden “subay” olarak kullanılıyordu. “Sabatu” Akatça’da “yakalamak” demek. “Sabit” ise “yakalayan” demek, yani bekçi. Araplar da “dabit” demişler, “postacı” yapmışlar bu kelimeyi, inzibat yakalayan insan manasında. “Amaru” kelimesi bakmak, görmek, kontrol etmek anlamına gelir. Bugün kullandığımız “iskan” kelimesi oradan geliyor. Başka bir örnek; “işkun”, “o koydu” demek, mesela bir halkı alıp bir başka yere koyuyorsunuz, o da dilimize “iskan” diye girmiş; aynı şekilde, oturulan yere “mesken” denmiş. Demek istediğim, bunun gibi daha birçok örnek verebilirim size, en meşhurlarından “elmas” kelimesi, dilimize Akatçadan girmiş. Mesela “Kaniye olmak” kelimesini de aynen Akatçadan almışız. “Kaale almak”, aynı şekilde kullandığımız kelimelerden. Herkes bunları Türkçe zannediyor.
Bazı bilim insanları tarafından Sümerce ve Türkçe arasında hem fonetik hem de anlam bakımından benzerlikler olduğu, hatta dahası Sümerlerin Türk olduğu doğrultusunda bazı tezler ileri sürüldü. 10 bini aşkın tablet okumuş bir bilim insanı olarak siz bu iki kültürün ilişkisi hakkında neler diyebilirsiniz?
Türkçe dili, Ural Altay dil grubunda yer alır. Türkçe bir kökten türetilip bir tarafa giden bir dildir. Sümercede ise ön, orta ve son ekler söz konusu. Macaristan, Türkiye, Finlandiya gibi devletlerin dilleri bitişken dillerdir; yani bir kök olur ve o köke ilaveler gelir. Sümercenin Türkçe ile ilişkisi olmadığı zaten buradan belli. Sümercede bir köke ön ek de geliyor ki buna “prefiks” diyoruz, ortaya gelen ekler oluyor ve bunlara “infiks” deniyor, ekler sona da gelebiliyor ona da “safiks” diyoruz. Oysa Türkçede yer alan bir kökü ele aldığınızda; örneğin gitmek, “git”in önüne hiçbir şey gelmez. Hep sonradan eklenir.
Dolayısıyla bu dillerin yapı bakımından da bir benzerliği yok. Birkaç örneklem veriyorlar, ama bunların hiçbiri tatmin edici değil. Bu yüzden hiç kimseyi ikna edemediler, edemezler. Çünkü tamamen apayrı bir dil. Sümerlerden bize girmiş hemen hemen bir kaç kelime var. Mesela “izigarra”, yani ızgara. “İzi” ateş demek, “garra” da ateş teşkilatı, ateş yakma tekniği demek. Bir de “dingir” kelimesi var, “dingir” tanrı demek. Dingir, tengir, tengri, tanrı şeklinde evrildiği iddia ediliyorsa da şimdilerde onu “digir” diye okumaya da başladılar. Sümerlerden bize geçen pek fazla kelime yok. Ama Akatçadan, Samilerden, yani Babil lehçelerinden dilimize girmiş 100’ün üstünde kelime buldum.
Muazzez Hanım Sümerler Orta Asya’dan geldi diyor. Bir kere at kültürü yok Sümerlerde. At kültürü, Babillilerin “sisu” kelimesine dayanıyor, at demek bu. 2000 sene neredeydi at? Katır var “kudanu”, eşek var “anlu”… Atın ortaya çıkmasıysa isim olarak çok sonra. Sümerlerde hiç at betimi de yoktur. Asurlular zamanındaki bütün kabartmalara bakın, devamlı atlar vardır; araba çekerken, koşarken ok atarken.. Bir kere kültür bakımından buradan da bir birlik yok. Ayrıca yerleştikleri yerler farklı. Onlar Mezopotamya’da biz Türkler Anadolu’dayız. Mesela yazıtlarda Akad krallarından bir kaçı ‘’Anadolu’ya geldik, Akdeniz’i göl haline getirdik’’ diyor. Sümerlerden bir allahın kulu yok. Niye onlardan bize tek bir kelime geçmemiş?
Kaldı ki Sümerler kendilerine halk olarak “Salmad kakadi” yani siyah başlılar diyorlar. Siyah başlı ne demek? Mezopotamya halkına şöyle bir bakın. Yukarıya doğru geldikçe renkleri açılır. Bizim halkımız bembeyazdır. Keşke Sümerler Türk olsa da onların muazzam edebiyatına, kültürüne sahip çıksak. Kökümüz nerelerden geliyor diye övünebilsek, ama değil. Maalesef bazı bilim insanları popüler olmak, ilgi çekmek için bunları söylüyorlar.
‘ATATÜRK’Ü MEMNUN ETMEK İÇİN BUNLARI SÖYLEMİŞLER’
Peki bu durumda Güneş dil teorisi ve Cumhuriyetin dil tarih politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Veysel Donbaz
1936’da Türk Dil Kurultayı ve Türk Tarih Kurumu kurulduğu zaman Atatürk’ün emriyle her şey Doğu’dan gelir falan deyip Hititlerin Anadolu’da yaşadıkları için Türk sayılması, Türklerin Sümerlerden geldiği, daha doğrusu Sümerlerin Türkler tarafından yaratıldığı gibi düşünceler ortaya çıkarılıyor. Oysa ki Sümerlerle yaşadığımız yerler apayrı. O zamanki Kültür Bakanı, Atatürk’ü memnun etmek için “İnsanlığın Özgeçmişi ve Tarihi” diye 126 sayfalık bir bildiri sunuyor. O dönemde Almanya’da tutunamayan Yahudi profesörler Türkiye’ye çağrılıyor. Almanya’da yaşamları tehlikeye girdiği için bu sayede hayatları kurtuluyor. Böylece 1949 senesine kadar Türkiye’de kalıyorlar.
Bu insanlar Türkiye’de bulundukları süre içinde birkaç makale yazıp yurtdışına gittikten sonra bu konu hakkında tek bir şey yazmamışlar. Bu ne anlama geliyor? İnsan gerçekten inansa yazmaz mı? Yabancılardan hiç kimse kafasını bunun için yormuyor. 40’a yakın Asuroloji Kongresi’ne gittim. Hiçbir bildiride Sümerlerle Türkler yakın akrabadır gibi bir şey söylenmedi. Yani her şeyin Doğu’dan geldiği düşüncesi bugün tamamen çürümüş durumda. Mevlana’nın nasıl doğum yeri belli değilse, her memleketin nasıl bir Nasreddin Hoca’sı, Yunus Emre’si varsa, bu da o şekilde anlatılıyor. O dönemde de aynen böyle olmuş. Atatürk’ü memnun etmek, işlerinde daimi kalabilmek için bunları söylemişler. Yurtdışına gidince de inanmadıkları bir şeyi söylememiş, yazmamışlar. Şahsen ben de inanmıyorum.
Asur’dan Anadolu’ya gelen tüccarlar Anadolu’da birçok ticaret merkezi oluşturdu. Dönemin en önemli özelliklerinden biri de Anadolu’ya yazının bu tüccarlarca getirilmesi ve yazılı tarihin başlaması. Bu anlamda en önemli merkez de Kültepe. Bize biraz Kültepe tabletlerinden bahseder misiniz? Ne tür belgeler var?
Kültepe tabletlerinin neredeyse tamamına yakını ticaretten bahseder. Benim iyi bildiğim eski Asurca tabletler var. Asurlu tüccarlar 2000 yıllarından itibaren bize kumaş kalay getirmişler. Bir de bilezik küpe kemer gibi ziynet eşyaları. Hurma getirmişler bugün olduğu gibi. “Libittu” diye bir kelime var, “kutu” demek. Kutunun içinde hurma var. Anadolu’ya bunları getirip Anadolu’dan da çok güzel kokan bir yağı Mezopotamya’ya götürdüklerini anlatan tabletler var. Getirilen kumaşların tranportasyonu yani nakliyesinde siyah eşekleri kullanıyorlar. Sebebi şu; siyah eşeklere sinekler dokunmaz, ama beyaz eşekler de bir damla kan bırakmaz.
Anadolu ile ‘’biz onları hırsızlığa, ölüme, eşkıyalığa karşı koruyoruz, onlar da kaçakçılık yapmayacaklar, vergi vermeden Anadolu’ya girmeyecekler’’ diye sözleşmeler yapmışlar. Ama pek çok metinden gizlice yan yollardan mal getirdiklerini anlıyoruz. Hatta bu gizli anlaşmalar için yapılan kontratlar var. Yani bugün nasıl sigara, uyuşturucu kaçak yollardan memlekete giriyorsa o zaman da aynı şekilde kaçakçılık yapılmış. Yakaladıklarını hapse atıyorlar. Kral ve kraliçe diyor ki, “5 mana yani 2,5 kilo altın vereceksiniz yoksa arkadaşınızı ölmüş bilin”. Asurlu tüccarlar eşlerini Asur’a bırakıp Anadolu’ya geliyorlar. Anadolu’da cinsel ihtiyaçları için genç köle kadın satın alıyorlar. Bu uzun seyahatlerde bu kadınları Asur’a, eşlerini de Anadolu’ya getirmiyorlar. Anadolu’dan kadın almayacaklarına dair evlenme ve nişan akitleri yapılmış. Bu konuyla ilgili kadınların şikayet mektupları var. Mesela bir mektupta, kocası ölen bir kadına 4 tüccarın birden çadırlarına gelmesini teklif ettiğinden bahsediliyor.
Ticaret kolonileri Asurluların Anadolu’da siyasi egemenlik ifadesi değildi. Ancak henüz yazıyı öğrenmemiş, çağına göre geri kalmış Anadolu’nun sömürülmesi söz konusu mu?
Onlar da yazıyı tam bilmiyorlar aslında. Sümer kâtipleri var. Bugün nasıl sekreterlerini götürüyorlarsa işte o zaman da tüccarlar Anadolu’ya gelirken yanlarında katiplerini getiriyorlar. Bunlar tüccarların mallarıyla ilgili yazışmaları yapıyorlar. Tüccarlardan da kısmen bu yazıyı öğrenip kısa notları yazdıklarına dair örnekler var. Kültepe tamamen bir ticaret merkezi olduğu için birkaç cümle vardır yazılan. Bu yazıyı yazarak öğreniyorlar çivi yazısını. Ve onları tekrar edip duruyorlar. Yazı bilenler tarafından kullanılıyor. Kayseri’de 25 bin tablet var bugüne kadar ortaya çıkan. Mezopotamya’dan mal getirdikleri için yüzde iki yüz karla satmak zorundalar. Anadolu’da buğday tüccarlığı yapanlar var. Yazıyı bilmiyorlar ama iyi ticaret yapıyorlar.
Anadolu’ya gelen tüccarların mallarının kaybolmasına karşılık Asurlular kendilerini garantiye alan bir anlaşma yapmışlar. Anlaşmaya göre kervan bir soyguna maruz kaldıysa ve bu da gerçekse Anadolu onu tazmin edecek. Adeta ne kadar vergi alacaklarını, nasıl vergi vereceklerini dikte ettirmişler. Mesela birisi öldürüldüğü zaman siz yargılamayacaksınız, biz yargılayacağız diyor.
‘KADINLARDAN ŞİKAYET MEKTUPLARI VAR’
Yani ticarete ilişkin kurallar Asur bürokrasisi tarafından yönetiliyor, peki o dönemde Anadolu’da hakim olan bürokrasi için neler söyleyebilirsiniz?
Bunların bir sosyal yapısı var. Mahkemeleri var. Asurlular bunlara uymak zorunda. Yazıyı bilmiyorlar ama Anadolu’nun da kendine göre bürokrasisi var o dönemde yani. Mahkemelere ait çok sayıda yazıt var. İlk katipler Anadolu’ya geldikten sonra onlar da adam yetiştirmişler. Ve aynı stilde yazıyorlar çivi yazısını. Hakimler o zaman korkulan bir sınıf. Karar verici yani. Evlenme boşanma belgeleri var. Erkek ceketini alıp çıkıyor. Kadınlar kocalarına dokunaklı acı mektuplar yazmışlar, “Ben saçı kesilmiş bir köle kadın olsaydım günde en azından 3 öğün yemeğim verilecekti. Ben burada borçlarımla hayatımı sürdürmek zorundayım’’ diyor bir mektupta. ‘’Ben seni kocam yerine koydum’’ diyor. Kadınlardan böyle şikayet mektupları var.
Sümerce ile Türkçe arasında, Asurca ile olduğundan daha az benzerlik var dediniz. Ama yazınların kil tabletler vb. vasıtasıyla yakın coğrafyalara yayılması farklı kültürler arasında kültürel benzerliklere yol açmış olabilir mi? Bu konuda yaptığınız araştırmalar mevcut mu?
Bu benzerlikler tabii ki var. Mesela Gılgamış destanının 11. tabletinde geçen Tufan hikayesi, Kuran’da, İncil’de de geçiyor. Biz buna Nuh demişiz, onlar başka bir şey demişler. Destanda Nuh’tan, gemiden bahsediyor, sandık şeklinde olsun diyor. Orada 7 gün sürüyor, Kuran’da 40 gün sürer. Yola gelmeyenlerin Nuh tufanıyla mahvedildiğine dair bir cümle geçiyor Kuran’da. Bu Gılgamış’ta çok daha geniş anlatılır. Gılgamış destanına göre rüzgar tanrısı var, yağmur çıkıyor ortaya, dağlar kadar su birikiyor; 7 gün 7 gece insanlar çamurlara batıyor. Gemi yüzüyor, Nisir Dağı’nın tepesine, Ağrı Dağı diye geçer, oraya düşüyor. Destan da olsa “Bu nasıl olur?” sorusu geliyor ister istemez akla. Amerikalı bir arkadaşla Gılgamış’ta geçen Nuh’u araştırdık. Erzincan’a, Doğubeyazıt’a gittik. O diyor ki, bugünkü Ağrı Dağı’nın cehennem deresi denen kısmında, küllerle kaplanmış geminin 128 m uzunluğunda, sedir ağacından yapılmış kalıntısı orada. Ağrı Valisi yardımcısını Japonya’ya gönderdi bunun için. Ben çıkmadım diyor, ama gemiyi gördüğünü söylüyor. Bir geminin o yüksekliğe çıkmasını nasıl açıklıyorsun diyorum, tektonik bir durum diyor. Dağın üstünde kalmışlığı yok diyor, 4. zamanda dağlar yükselirken o sırada tesadüfen oralarda bulunan gemi oraya, yukarıya kadar çıkmış. O kalıntının gemiyle falan bir ilişkisi yok, o kadar sene malzeme durmaz. Resimlerini de gördüm ben. Bu proje de Dışişleri Bakanlığı izin vermediği için yattı. Yalnızca 3 gün izin veriliyor, o da rehberle çıkıyorsun bir saat. Bir de Ermenistan’a İran sınırına yakın. İşin özü, biz buna ağızdan ağıza edebiyat diyoruz, yazılı değil. O ona anlatıyor, o diğerine.
Müzede okuduklarınız içinde ilginç bulduğunuz ya da sizde etki bırakan tablet ya da tabletler var mı?
Tabletlerin içinde de insanlar gibi meşhur olanlar oluyor. Mesela K-165 denilen bir Kültepe tabletinde geç evlilik yaptığını düşündüğümüz bir karı kocanın evlenme kontratı var. Bu tablette diyor ki, şu şunu karılığa aldı. Tıpkı bugünkü gibi erkekler alıyor kadınları. “Ahis” alan demek. Tarihin ilk yazılı belgelerinden tutun da bugüne kadar hep kadınlar alınmıştır. Kadınlar biz eşitiz özgürüz diyor ama bugüne kadar hiçbir erkeğe evlenme teklif edememiştir. Onu hayatı boyu sevecek bir adamın talip olmasını beklemiştir. Yüz kadından doksan dokuzu kocasından tazminat alır erkekler almaz. Kültepe tabletlerinin tamamında “Filan filanı karılığa aldı, malları müşterek mallarıdır. Fakirliklerinde ve zenginliklerinde birbirlerine destek olacaklar ve ayrılmayacaklardır”, diyor. Eğer birisi diğerini boşarsa boşanan taraf 2.5 kilo gümüş verecek.
Beni etkileyen tabletlerden birisi de ‘’Ahputo’’ denilen kardeşlik anlaşmaları. Eskiden hayırsız evlatlar çokmuş. Anne ölürse babaya, baba ölürse anneye bakacak şekilde anlaşma yapılıyor. Beraber oturacaklar. Karısını alıp başka eve çıkamayacak. Aksi halde anlaşma bozuluyor ve hissesinden hiçbir şey alamıyor.
Bir de beni ve tüm dünyayı etkileyen “Kadeş Anlaşması” var elbette. Ramses ile 3. Hattuşili arasında gerçekleştirilen anlaşma. Tabletlerden 2’si bizde, biri Doğu Almanya’da.
‘PEŞİMİZDEN GELMEK İÇİN ARAYI ÇOK AÇMAMAK LAZIM’
Müze arşivinde bekleyen tabletlerin hepsi okundu mu, bu tabletler nasıl sınıflandırılıyor? Tabletler arasında içerik bakımından göze çarpan ortaklıklar var mı?
Müzede 73 bin tablet var. Okunmayan tablet çok görünüyor ama çoğunun envanteri yapılmış durumda. Bizde 19 koleksiyon var. Bu koleksiyonlar, içinde bulunduğu şehirlere göre isim alıp sınıflandırılmıştır. Anadolu’da Kültepe ve Hitit tabletleri bulunuyor daha çok. Bazılarının topraklarının rengi de, yazı karakterleri de farklı. Hepsinin ortak noktası insan hayatını idame ettirebilmek için insanlara dağıtılacak olan yiyecekler ve mabetlere, saraylara kabul edilen hediyeler olmaları. Vergi yerine koyun getiriyor, yiyecek getiriyor insanlar. Ve onlar tekrar halka geri dağıtılıyor. Yani önce bunu garanti etmişler.
Hititler döneminde de her şey tapınağa getiriliyor, orada yenilip içiliyor. Eve götürmek kesinlikle yasak. Eve götürürken yakalanırsan bu, idam ile cezalandırılıyor. Çünkü orada yemenizin bir sınırı vardır ama götürmenin bir sınırı olmaz. Belki üç tane, beş tane yiyebilirim, ama 50 tanesini alıp götürebilirim. İşte bugün tarlalarda da o adet sürüyor. Bir bostan kopardığınız zaman yeyip orada kabuğunu bırakın derler. Arabanızı oraya yanaştırdığınızda tamamını götürürsünüz. Asurlularda da durum aynı. Eski insanlar tabiattan çok korktukları için devamlı tabletler yoluyla sorular sormuşlar. Kralımız hasta olacak mı, filan memleket bize saldıracak mı gibi fal, kehanet metinleri var. Günlük hayatlarında yaptıkları her şeyi tanrılara soruyorlar. Bu şekilde binlerce tablet var. Her hareketlerini tanrıya sormuşlar. Matematik, tıp, astroloji tabletleri var.
Müzelerde tabletler de diğer arkeolojik eserlerle birlikte mi korunuyor, yoksa farklı korunmaları mı söz konusu?
Tabletlerin muhafazası arkeolojik eserlerinkinden farklıdır. Hemen topraktan çıkarılmaz. Neme doymuş olması gerekir. İyi korunmazsa 20-30 senede bozulur tabletler. Türkiye’deki müzelerde uzmana zimmetleniyor eserler. Eksilirse maaşınızdan kesiliyor. Türkiye’de hükümet sizi peşinen hırsız kabul ediyor. Amerika’da kilise ve enstitülere verilmiş tabletler, çantaya koyup götürebiliyor ve istediği gibi çalışabiliyorlar. Bizde bir odadan bir odaya geçerken bile tutanak tutulur. Bir fotoğraf çekimi için Ankara’ya sorarız. Aslında uzmana mesuliyetini ver, orayı yönetsin. Arşivlerin korunması, haftada bir havalandırılması lazım. Küçük tabletler suyunu çok çabuk kaybeder. Pişirilmiş dahi olsa nem oranına çok dikkat etmek gerekir.
Sizden sonra bu çalışmaların devam etmesi için yetiştirdiğiniz birileri var mı? Yeni öğreneceklere tavsiyeleriniz neler?
Birkaç kişiye öğretmeye çalıştım ama sanıyorlar ki bu çivi yazısı 1-2 gün içinde öğrenilir. Bir kere önce modern dilleri bilecekler, 600-700 çivi yazısı işareti öğrenecekler. Bu iş sevmeyle olur. Korkarsanız yapamazsanız. Bu işe başlayanlar çabuk yılıyorlar. Peşimizden gelmek için arayı çok açmamak lazım. Çünkü ara çok açık olunca sizi kaybedebilirler. Nereden gittiğinizi bilemezler. Çöldeki gibi çok yakın takip etmek lazım ki izler kaybolmasın, biraz adımlarını sıklaştırarak size yetişebilsin. İnsan kendisi istemezse sizin gayretinizle başkasına hiçbir şey yaptıramazsınız. Ankara’da dört beş profesör var, Kültepe tabletlerini çalışıyorlar ama hiçbir öğrenci yetiştirmiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder