Postanın, gazetenin, ekmeğin bile düzenli ulaşamadığı köylere bir süre önce Sağlık Bakanlığı tarafından toplatma kararı alınan Panax tarzı ilaçların ulaşabilmesi bir yana, Anadolu insanının binlerce yılda ürettiği yaşam pratiğini paramparça eden bu dağılmayı yeniden ve hemen sorgulamamız gerekiyor. Bağları, bahçeleri, koyakları, yamaçları doğa eczanesinin raflarını dolduran bitkilerle dolu bu bölgenin insanının, ‘izletilenin izleyen üzerinde denetim kurduğu’ bu ‘enformatik cehalet’ çağında yaşadığı korkunç dönüşüm dayanılır gibi değil. Yol kenarları kantaron, yamaçlar melisa, dağlar ‘offcinalis’ ailesine ait onlarca tıbbi bitki çeşidiyle dolu. İslami soslu baharat bezirgânlarının, köylünün ıhlamurunu, balını üç kuruşa alıp, avuç dolusu paraya palavradan ilaç satarak kurdukları küçük dukalıklar, Anadolu kasabalarında sessiz sedasız bir yaşam nakli yapıyor. Gerçek bağımsızlık kaynağı olan coğrafyanın verdikleriyle muhtaç olmadan yaşama kültürü, yok edilen coğrafyalarla birlikte parçalanan hayatların ardından silinip gidiyor.
Birkaç yıl önce bölgenin tavan arası olan Dedegöl Dağının eteklerinde bir nane türü, herhangi bir epilasyon uygulamasına gerek bırakmadan doğal olarak tüylenmeyi önlediği tespit edilince İngilizler tarafından incelemeye alınmıştı. Muhtemelen o naneden dev ilaç ve kozmetik tekellerinin üreteceği karışımlar o bölgenin kadınlarına, kızlarına ‘çare’ olarak avuç dolusu parayla satılacak!
Başbakan ve on yıldır bu yaşam naklinin mimarları olan iktidarın bakanları her fırsatta Anadolu’nun kadim kültürlerinin yıkılışını kurtuluş reçetesi gibi sunuyorlar. Çok değil üç-beş yıl sonra geri dönüşümsüz biçimde sonsuza kadar tarihten silinip gidecek olan benzersiz bir kültürün ahı yalnızca buna yasal zeminler hazırlayanları değil, ağır bir kabullenişle bu yıkımı izleyen hepimizi tutacak…
Sessiz bir çığlık gibi Anadolu’nun ahının yükseldiği coğrafyalardan de Doğu Karadeniz Bölgesi. Artvin Kültür Yardımlaşma Derneği Başkan Yardımcısı kimliğinin yanında gerçek bir yaşam savunucusu olan Tekin Üstündağ, doğup büyüdüğü, ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklardaki kültürün adeta boğazlanarak yok oluşuna derin bir kederle tanıklık ediyor. Üstündağ, bir süre önce Artvin 08 Gazetesinde yazdığı “Bir ölümün anatomisi” başlıklı yazısında, rengârenk Anadolu kiliminin en güzel motiflerinden biri olan Çoruh kıyısındaki Sirya köyünün ölümünü anlattı.
Bu şaşılası ve akıllara zarar gündemin arasında sözün bundan sonrasını Tekin Üstündağ’ın dillendirdiği Deriner’in sularıyla boğulan Sirya’ya bırakalım:
Sirya (Zeytinlik) köyü… Artvin’in güneyinde, Çoruh Nehri’nin kenarında, Artvin- Erzurum karayolu üzerinde eski bir bucak (nahiye) merkeziyim. Çoruh’un orta vadisidir bulunduğum yer. Deriner Barajı’nın yapımına başlanmadan önce Artvin’e 18 km. uzaklıktaydım. Baraj yapımına başlandıktan sonra Artvin’den 27 km. uzaklaştırıldım.
Yukarılardan kayarak, sıyrılarak geldim. Çoruh’un kenarına. Karşımdaki dağlarda, Boselt’te hüküm süren kral görür geniş arazilerimi ve sol tarafımda akan Kasnavur Deresi’ni. Emir verir emrindekilere “gidin bakın, o toprakların yanın akan deredeki su bu topraklara taşınır mı?” diye. Giderler bakarlar, geri dönüp diz çökerler hükümdarın önünde. “Toprakların yanında akan derenin suyu o topraklara taşınır” derler. Hükümdar “ne durursunuz, gidin o suyu taşıyın” diye verir ikinci emrini. İşe koyulanlar suyu, köyün üst ve orta kısmından olmak üzere iki ayrı arkla getirmeye karar verirler. Arklar yapılır suya hasret toraklarım suya kavuşur. İşte böyle başlar benim köy oluşum.
Şimdi bulunduğum konumdan 200-400 metre yukarılarda yaşayanlar, terk ederler yaşam yerlerini teker teker göçerler ve yurt edinirler topraklarımı. İlk gelenlerin hala yaşam kalıntıları (kilise, maranlar) vardır 200-400 metre yukarılarda. Kimileri kayarak, sıyrılarak oluştuğum için, kimileri de Eski Türkçe’de şarap anlamına geldiği için adımın “Sirya” olduğunu yazıp söylerler. Neden hangisi olursa olsun çok sevdim bu adı. Alışamadım aklıevvellerin sonradan koydukları “Zeytinlik” adına.
Yukarı Arkın suladığı topraklara yerleşen 16 ve Aşağı Arkın suladığı topraklara yerleşen 13 hanedir benim kurucularım. Sırtlarında taş taşıdılar, duvar yaptılar, duvarın arkasına toprak yığdılar ve adına evlek dediler ve evlekleri suyla buluşturdular kurucularım. Suyla buluşan topraklarımdan; kiraz, üzüm, zeytin, incir, dut, nar ve aklınıza gelen her türlü sebze ve meyve fışkırmaya başladı. O neden derler ki Çoruh Vadisi’nde zeytinin, üzümün, kirazın, incirin ana vatanı Sirya’dır. O nedenle derler ki Çoruh Vadisi’nde şarabın ana vatanı Siya’dır. O nedenle derler ki bu topraklara insan eksen çıkar.
Yüzünüzü Çoruh’a döndüğünüzde iki türbe görürsünüz. Biri hemen Çoruh’un karşı kenarındaki Oçibet mahallemde, diğeri ise Oçibet’in arkasındaki tepede. Acısı yüreğimden hiç eksilmeyen sevdalarda yanıp kavuşamayan iki evladımındır o türbeler. Aşağı yukarı 1100 yıldan bu yana ders verircesine haykırırlar sevgilerini bu sevgisiz dünyaya. Yalnız türbenin dış tuğla üstü taşlarını alırlar benim insanlarım 1857’de Saliha Hanım tarafından yaptırılan ve Zeytinlik Camii’nin duvarlarına koyarlar. Üzülmüşümdür bu olaya ama bir taraftan da Artvin’in en güzel ahşap ağırlıklı camisini yaptıkları için de sevinmişimdir.
Toprağı işlerken kurucularım, doğaya ve iklime uygun evleri de yapmaya başladılar ve geleneksel Zeytinlik Mimarisi’ni yarattılar. Genellikle bir beden üzerine yaslanmış, 3 oda ve odaların açıldığı geniş sofa (çardak) üzerine kurulan evler genellikle 3 katlı ve ahşap ağırlıklıdır. Üretime yönelik bu evlerin zemin katı zeytin ve şarap yapımına ayrılmıştır. Üst katlardaki orta odalar ambar olarak kullanılır. Genelde sol taraftaki odalar da geniş ocaklar (şömineler) vardır. Bu oda hem mutfak hem de kışın oturma odası görevini görür. Üst kattaki odaların açıldığı geniş ve havadar çardak ise yazlık oturma yeridir. Çatı katında bulunan çardak, meyve kurutmak amacına yöneliktir. Yine çatındaki iki odanın ortasında bulunan ambar da ise kışlık meyvelerin saklandığı yerdir.
Topraklarımın zeytini, üzümü, inciri, kirazı, zeytinyağı ün saldı Batum’dan Trabzon’a, Kars’dan Erzurum’a kadar bütün bölgede. Eşek ve at sırtında taşındı Erzurum’a, Kars’a, Ardahan’a. Ve reisler, karakayık reisleri, Çoruh Nehri’ndeki akıl almaz yolculuğun başkahramanları aldılar kara kayıklarına Sirya’dan zeytini, üzümü, kirazı, inciri, Artvin’e, Borçka’ya, Maradit’de, Batum’a ulaştırdılar. Süleyman, Ahmet, Sabit, Recep, Yusuf Reisler ve adlarını hatırlayamadığım niceleri Çoruh’un gerçek çocuklarıdır onlar.
İnsanımla, meyvelerimle, sebzelerimle, şarabımla beraber adım da büyüdü, yöredeki tüm köyleri bağladılar bana ve adımın yanına nahiye (bucak) unvanını eklediler. Nahiye binam, nahiye müdürüm, jandarma karakolum ve komutanım, Cumhuriyetin, aydınlanma devriminin getirdiği okulla Başöğretmenim oldu. Öğretmenlerin öğretmeni Ahmet Emin Sönmez’im oldu. Dükkânlarım, kahvelerim, lokantalarım oldu.
Hoşgörüyü, doğa ve insan sevgisini, saygıyı topraklarımdan ve sevgilim Çoruh’dan, bilimi, aydınlığı, çağdaşlığı cumhuriyet okullarından aldı insanım. Artvin’in çoğu yerinde elektrik yokken bu insanlar Mahmut Şipal öncülüğünde 1957’de kendi sulama suyu üzerine hidroelektrik santralini kurdu ve ışığa kavuşturdu Sirya’yı. Onlarca insanım; öğretmen, subay, avukat, hâkim, mühendis, ebe, hemşire, doktor, mali müşavir, devlet memuru, özel sektör çalışanı, iş adamı vb. mesleklerde görev yapar Türkiye’nin dört bir köşesinde.
Şarap kültürünün de katkıda bulunduğu hoşgörü kültürü sonucu yaşama daha sevecen bakar Siryalı. Yeri gelir alay eder yaşamla, yeri gelir gülerek ve güldürerek ders verir söylemiyle. Bu sevecen yaklaşımın bu hoşgörülü yaşam kavrayışının sonucudur Sirya’da suçun olmayışı. İki ayrı yerden gelen buluta alışkındır Siryalı. Biri Genya’dan diğeri Gürcan’ın tepesindeki Zanza’dan. İkisini de sever, ikisini de nimet bilir, bereket bilir.
Yıl 1965. Siryalı Çoruh’un kenarındaki bir taşın üzerinde “EİE“ yazını görür. Ne ola ki derler? İşte o sene üçüncü bir bulut peydahlanır gri mi gri.. Barajdır bu gri bulutun adı. Yıllar geçtikçe bulut hem büyür hem karalaşır. Kimse yeni zeytin, üzüm, incir, kiraz fidanı dikmez. Sonuma geri dönülmez kararı vermişlerdir büyükler. Devasa makinelerle saldırırlar Çoruh’a. Sonuma kararı veren büyükler “Çoruh Vadisi’nde hiçbir kimse barajdan dolayı mağdur edilmeyecektir” nutukları atarlar. Valiler söz verir insanlarıma “köyünüze yeni yerleşim yeri göstereceğiz” diye. Bu nutuklara, devlet babanın verdiği sözlere inanmak ister insanlarım. Köyün başında sarı makineleri gördüğünde anlar benimle beraber yok olma gerçeğini.
Dayanırlar kamulaştırmayı yapan DSİ’nin kapısına, geçmişimizi yok ediyorsunuz, kültürümüzü yok ediyorsunuz, yaşam damarlarımızı kesiyorsunuz. Tınlamaz DSİ, ister al ister alma der. Elini uzatır işaret parmağıyla mahkeme kapısını gösterir. Siyasilerine, kendi milletvekillerine koşarlar. İktidar partisi milletvekili elini uzatır işaret parmağıyla İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi aha orda der. Anlı şanlı basınımıza, büyük tv kanallarına koşarlar, köy düğünü yaparsanız kameraların karşısına geçecek 80 yaşında yüzü buruşuk bir yaşlı kadın bulursanız ya da bize şu kadar para verirseniz gelip çekelim derler.
Kapılar da kapanmıştır artık. Mahkemenin tayin ettikleri geldiler toprağımı ölçtüler, beyaz kâğıtlara yazdılar, insanlarım konuşacak oldu avukatlar sus, hâkimi kızdırırsınız dediler sessizce. Sustular! Hadi beni öldürmeye karar verdiniz de bin yaşındaki sevda türbelerimden ne istediniz? Bu ülkeyi idare eden siyasi partinin il başkanı, “türbeleri kurtaracağız” diye bu yazıyı kaleme alan adama neden yalan söylediniz? Ve ben yok odum. İnsanlarım nerede mi? Onu da bilmiyorum.
Fotoğraflar: Tekin Üstündağ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder