Sayfalar
- Ana Sayfa
- Mortgage
- Konut Kredisi
- Refinansman Nedir?
- Kira Nedir?
- Sigorta
- Faiz Nedir?
- Fıkralar
- Kefillik Nedir?
- Arsa Payı Nedir, Nasıl Hesaplanır?
- Gayrimenkul Satış Vaadi Nedir?
- Tahliye Taahhütnamesi nedir?
- DEĞER ARTIŞ KAZANCI NEDİR?
- DOP (Düzenleme Ortaklık Payı) NEDİR?
- EMLAK-EMLAKÇILIK NEDİR?
- HACİZ YOLU İLE TAKİP NASIL YAPILIR?
- TAPU NEDİR ?
- Emlak Vergisi
- Sözleşme ve Şekil Şartı Nedir?
- ÖRNEK DANIŞMANLIK VE KOMİSYON SÖZLEŞMESİ
- Emlak Terimler Sözlüğü
Hakkımda
28 Ekim 2017 Cumartesi
Hedonik Fiyat Endeksi nedir?
Hedonik Fiyat Endeksi nedir?
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası geçen hafta yayınladığı "Konut Fiyat Endeksi"nde "Hedonik Konut Fiyat Endeksi" kategorisine yer açtı. Peki bu yeni kategori ne anlama geliyor?
Hedonik Fiyat Endeksi nedir?
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası tarafından yapılan açıklamada, Hedonik Konut Fiyat Endeksi, "kalite etkisinden arındırılmış saf fiyat değişimlerini ölçmek" amacıyla geliştirildi. Hedef ise konutların gözlemlenebilen özelliklerinin zaman içinde kontrol edilebilmesi. Kalite etkisinden arındırılma büyük önem taşıyor; zira konut fiyatlarındaki reel artışın yüzde 50'si "kalite artışından" kaynaklanıyor. Bu kategorinin nominal artış üzerindeki etkisi ise yüzde 25 düzeyinde...
Bir diğer deyişle, hedonik regresyon yöntemi zaman içinde konutların kalitesinde yaşanan artışların nabzını tutuyor ve toplam konut artışı içindeki kalite payını gözetim altında tutuyor. Ocak 2016 dönemi ile birlikte konutların gözlemlenebilen özelliklerinin sabit tutulması ve kalite artışından arındırılmış fiyat değişim etkisini yansıtabilmek amacıyla geliştirilen HKFE bundan böyle, Konut Fiyat Endeksi ile birlikte aylık olarak yayınlanacak.
Sümercenin Türkçe ile ilgisi yok
'Benim bu hale gelmeme bir tek cümle sebep olmuştur'
Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz ile Sümeroloji’yi, Sümer ve Asur kültürlerini ve tarihin bu az bilinenlerinin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştuk.
Nuray Pehlivan npehlivan@gazeteduvar.com.tr
İZMİR – Sümerce, Akadca, Asurca, Babilce ve Hititçe… Bugün bu 5 ölü dili konuşan tek bir insan dahi yaşamıyor. Ancak yıllarca, bu dillerde yazılmış kil tabletler üzerindeki bilgileri günümüze taşıyan, 5 bin yıl öncesinin tarihine ışık tutan, 200 makale ve 16 kitapta imzası bulunan, Türkiye’nin sayılı Sümerologlarından Veysel Donbaz’ın bu dillerle ilgili anlatacak çok şeyi var. Bugüne kadar 10 bini aşkın tablet okuyan Donbaz, ölü dillerin günümüze tercümanlığını yapıyor.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Tablet Arşivi Şefi olarak sürdürdüğü görevinden emekli olan Donbaz, ne müzeden ne de araştırmalarından kopmuş. Tarihin az bilinenlerini bugün de büyük bir keyifle anlatmaya devam ediyor. Veysel Donbaz ile Sümeroloji’yi, Sümer ve Asur kültürlerini ve tarihin bu az bilinenlerinin Anadolu kültürü üzerindeki etkilerini konuştuk.
23 yıl boyunca hiç kimsenin tercih etmediği bir bölümü seçmeye cesaret ettiniz. Bu seçimin sebebi neydi, neden Sümeroloji?
1958’de Denizli Lisesi’ni bitirip, Hava Harp Okulu’na gitmek istedim. Çünkü ailemin durumu iyi olsa da daimi bir gelirimiz yoktu. O yıl ne kadar mahsul olursa onunla geçinmek zorundaydık. Ankara’da ya da başka bir ilde okumak ayda belirli bir bütçe gerektiriyordu. Babamın bana 4 yıl boyunca düzenli para göndermesi imkansızdı. O yüzden burslu okumak zorundaydım. İlahiyat Fakültesi’nin sınavsız burslu aldığını duydum. Dedim hiçbir yere giremezsem müftü olurum… Bu arada bir tanıdığım vasıtasıyla zamanında takım komutanı olan birisiyle tanıştım. Bu durumdan bahsedince bana Ekrem Akurgal’a vermek üzere bir kart yazdı: “Hamili kart yakınımdır kendisine suhulet gösterilmesi.’’ Kartı alıp doğruca Ekrem Akurgal’ın yanına gittim ve ona kartı verdim. Bana dedi ki, çivi yazısı öğrenmek ister misin? “Eğer ucunda burslu okumak varsa ben her şeyi öğrenirim. Bana hiçbir şey mani olamaz’’ dedim. 2 ayrı sınava girdim o gün. Böylece 23 yıldır kayıt yapılmayan Sümeroloji bölümüne hemen kaydımı yaptılar. Bölümde benden başka öğrenci olmadığını okul başlayınca öğrendim. Yalnız bir bölüm düşünemediğim için bunun gerçek olacağını da hiç düşünememiştim. O yıl ben kayıt yaptırmasaydım Sümeroloji bölümü kapanıyormuş meğer.
Siz başarının seçilen meslekte değil, kişinin kendisinde olduğunu gösterdiniz…
Evet, insanın kendine güveni var ise dıştan yapılan manevi zorlamalar onu desteklemekten başka bir işe yaramaz. Mesela okul yıllarında hocamla yaşadığım bir kavga benim hayatımı değiştirdi. Bir gün Babilce mektupları okuyorduk. Benim bu hale gelmeme bir tek cümle sebep olmuştur. “Lalinin susamını kabul etmeyeceğiz”deki o la’yı Araplar gibi söyleyemediğim için… La olumsuzluk eki, hayır demektir. “Belediye reisinin susamını kabul etmeyeceksin” diyor. Ben çevirisine itiraz edince hocayla tartıştık. Bana elini kaldırdı. Hoca bu kavgayı asla unutmadı ve bu yüzden okulda asistan olarak kalamadım. Ben bu cümleyi doğru söyleseydim asistan olarak kalacaktım ve hiçbir şey yaptırmayacaklardı. O zamanlar çok üzülmüştüm ama yılmadım. Daha sonra müzeci olarak İstanbul’a atandım. İstanbul’da bir yığın malzeme vardı okunacak. Gece gündüz ne varsa okumaya başladım, hiç durmadan.
O dönemde eski çağ dilleri eğitimi nasıldı?
O dönemlerde ilgi çok fazlaydı. Şimdiki gibi olsaydı ben yetişemezdim. Sana diyorlar ki şu dersi hazırla gel. Bir kağıt veriyorlar eline çivi yazılı. Piyano, keman öğrencisi nasıl birebir ders yapıyorsa işte aynı öyle ders gördüm.
‘SÜMERCE’NİN TÜRKÇE İLE İLGİSİ YOK’
43 yıllık Cumhuriyet müzecisisiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarında Jale İnan, Afet İnan gibi bilim insanları yurtdışına gönderildi. Sonra devam etti mi bu gelenek, sizin yurtdışına gönderilmeniz söz konusu oldu mu?
Ben yurtdışına gönderilmedim; ama benim gayretimle 1987’de “Asuroloji Kongresi” yaptık. Dış işleri ve Kültür Bakanlığı’nı ikna ettik ve bir kere de olsa bu kongreyi yapabildik İstanbul’da. Japonları da çağırdık o zamanlar. 60-70 tane yurtdışında yazılmış makalem vardı. Bunların yalnız 4-5 tanesi Türkçedir.
Asurca, Akatça, Sümerce dilleri arasında ne gibi farklar var? Kökenleri ne? Bu dillerin günümüze ulaşan unsurları var mı?
Sümerlerin 3200 yıllarında yavaş yavaş çivi yazısına gelmesi yaklaşık 2000 sene alıyor. Eskiden baktığınızda yazılı iletişim hep resim şeklindedir. Ama düşünce devreye girince onu geliştirmişler işte. Uzun bir hikaye, M.Ö 24. Yüzyılda Akatlar Mezopotamya’ya hakim oluyor. Sümerceyi ortadan kaldırmıyorlar. Akatçayı kullanarak, Sümerceyi yine devam ettiriyorlar. Sümerlerin dili ideogram dilidir, her hecesi bir kelimeye tekabül ediyor, ama onların da çekilmiş fiilleri var. Sümercenin Akatça ile hiçbir ilişkisi yok. Sümerlerin muazzam bir edebiyatları var; şiirleri, hikayeleri, destanları, efsaneleri var. Belki 20 tane destanları var. Bunları Sümer edebiyatıyla yapmışlar. Akadçaya çevrilmiş.
Günümüze sayıca Akatçadan çok ama Sümerceden az unsur ulaşmış. Örneğin; bugün kullanılan “zabit” kelimesi eskiden “subay” olarak kullanılıyordu. “Sabatu” Akatça’da “yakalamak” demek. “Sabit” ise “yakalayan” demek, yani bekçi. Araplar da “dabit” demişler, “postacı” yapmışlar bu kelimeyi, inzibat yakalayan insan manasında. “Amaru” kelimesi bakmak, görmek, kontrol etmek anlamına gelir. Bugün kullandığımız “iskan” kelimesi oradan geliyor. Başka bir örnek; “işkun”, “o koydu” demek, mesela bir halkı alıp bir başka yere koyuyorsunuz, o da dilimize “iskan” diye girmiş; aynı şekilde, oturulan yere “mesken” denmiş. Demek istediğim, bunun gibi daha birçok örnek verebilirim size, en meşhurlarından “elmas” kelimesi, dilimize Akatçadan girmiş. Mesela “Kaniye olmak” kelimesini de aynen Akatçadan almışız. “Kaale almak”, aynı şekilde kullandığımız kelimelerden. Herkes bunları Türkçe zannediyor.
Bazı bilim insanları tarafından Sümerce ve Türkçe arasında hem fonetik hem de anlam bakımından benzerlikler olduğu, hatta dahası Sümerlerin Türk olduğu doğrultusunda bazı tezler ileri sürüldü. 10 bini aşkın tablet okumuş bir bilim insanı olarak siz bu iki kültürün ilişkisi hakkında neler diyebilirsiniz?
Türkçe dili, Ural Altay dil grubunda yer alır. Türkçe bir kökten türetilip bir tarafa giden bir dildir. Sümercede ise ön, orta ve son ekler söz konusu. Macaristan, Türkiye, Finlandiya gibi devletlerin dilleri bitişken dillerdir; yani bir kök olur ve o köke ilaveler gelir. Sümercenin Türkçe ile ilişkisi olmadığı zaten buradan belli. Sümercede bir köke ön ek de geliyor ki buna “prefiks” diyoruz, ortaya gelen ekler oluyor ve bunlara “infiks” deniyor, ekler sona da gelebiliyor ona da “safiks” diyoruz. Oysa Türkçede yer alan bir kökü ele aldığınızda; örneğin gitmek, “git”in önüne hiçbir şey gelmez. Hep sonradan eklenir.
Dolayısıyla bu dillerin yapı bakımından da bir benzerliği yok. Birkaç örneklem veriyorlar, ama bunların hiçbiri tatmin edici değil. Bu yüzden hiç kimseyi ikna edemediler, edemezler. Çünkü tamamen apayrı bir dil. Sümerlerden bize girmiş hemen hemen bir kaç kelime var. Mesela “izigarra”, yani ızgara. “İzi” ateş demek, “garra” da ateş teşkilatı, ateş yakma tekniği demek. Bir de “dingir” kelimesi var, “dingir” tanrı demek. Dingir, tengir, tengri, tanrı şeklinde evrildiği iddia ediliyorsa da şimdilerde onu “digir” diye okumaya da başladılar. Sümerlerden bize geçen pek fazla kelime yok. Ama Akatçadan, Samilerden, yani Babil lehçelerinden dilimize girmiş 100’ün üstünde kelime buldum.
Muazzez Hanım Sümerler Orta Asya’dan geldi diyor. Bir kere at kültürü yok Sümerlerde. At kültürü, Babillilerin “sisu” kelimesine dayanıyor, at demek bu. 2000 sene neredeydi at? Katır var “kudanu”, eşek var “anlu”… Atın ortaya çıkmasıysa isim olarak çok sonra. Sümerlerde hiç at betimi de yoktur. Asurlular zamanındaki bütün kabartmalara bakın, devamlı atlar vardır; araba çekerken, koşarken ok atarken.. Bir kere kültür bakımından buradan da bir birlik yok. Ayrıca yerleştikleri yerler farklı. Onlar Mezopotamya’da biz Türkler Anadolu’dayız. Mesela yazıtlarda Akad krallarından bir kaçı ‘’Anadolu’ya geldik, Akdeniz’i göl haline getirdik’’ diyor. Sümerlerden bir allahın kulu yok. Niye onlardan bize tek bir kelime geçmemiş?
Kaldı ki Sümerler kendilerine halk olarak “Salmad kakadi” yani siyah başlılar diyorlar. Siyah başlı ne demek? Mezopotamya halkına şöyle bir bakın. Yukarıya doğru geldikçe renkleri açılır. Bizim halkımız bembeyazdır. Keşke Sümerler Türk olsa da onların muazzam edebiyatına, kültürüne sahip çıksak. Kökümüz nerelerden geliyor diye övünebilsek, ama değil. Maalesef bazı bilim insanları popüler olmak, ilgi çekmek için bunları söylüyorlar.
‘ATATÜRK’Ü MEMNUN ETMEK İÇİN BUNLARI SÖYLEMİŞLER’
Peki bu durumda Güneş dil teorisi ve Cumhuriyetin dil tarih politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Veysel Donbaz
1936’da Türk Dil Kurultayı ve Türk Tarih Kurumu kurulduğu zaman Atatürk’ün emriyle her şey Doğu’dan gelir falan deyip Hititlerin Anadolu’da yaşadıkları için Türk sayılması, Türklerin Sümerlerden geldiği, daha doğrusu Sümerlerin Türkler tarafından yaratıldığı gibi düşünceler ortaya çıkarılıyor. Oysa ki Sümerlerle yaşadığımız yerler apayrı. O zamanki Kültür Bakanı, Atatürk’ü memnun etmek için “İnsanlığın Özgeçmişi ve Tarihi” diye 126 sayfalık bir bildiri sunuyor. O dönemde Almanya’da tutunamayan Yahudi profesörler Türkiye’ye çağrılıyor. Almanya’da yaşamları tehlikeye girdiği için bu sayede hayatları kurtuluyor. Böylece 1949 senesine kadar Türkiye’de kalıyorlar.
Bu insanlar Türkiye’de bulundukları süre içinde birkaç makale yazıp yurtdışına gittikten sonra bu konu hakkında tek bir şey yazmamışlar. Bu ne anlama geliyor? İnsan gerçekten inansa yazmaz mı? Yabancılardan hiç kimse kafasını bunun için yormuyor. 40’a yakın Asuroloji Kongresi’ne gittim. Hiçbir bildiride Sümerlerle Türkler yakın akrabadır gibi bir şey söylenmedi. Yani her şeyin Doğu’dan geldiği düşüncesi bugün tamamen çürümüş durumda. Mevlana’nın nasıl doğum yeri belli değilse, her memleketin nasıl bir Nasreddin Hoca’sı, Yunus Emre’si varsa, bu da o şekilde anlatılıyor. O dönemde de aynen böyle olmuş. Atatürk’ü memnun etmek, işlerinde daimi kalabilmek için bunları söylemişler. Yurtdışına gidince de inanmadıkları bir şeyi söylememiş, yazmamışlar. Şahsen ben de inanmıyorum.
Asur’dan Anadolu’ya gelen tüccarlar Anadolu’da birçok ticaret merkezi oluşturdu. Dönemin en önemli özelliklerinden biri de Anadolu’ya yazının bu tüccarlarca getirilmesi ve yazılı tarihin başlaması. Bu anlamda en önemli merkez de Kültepe. Bize biraz Kültepe tabletlerinden bahseder misiniz? Ne tür belgeler var?
Kültepe tabletlerinin neredeyse tamamına yakını ticaretten bahseder. Benim iyi bildiğim eski Asurca tabletler var. Asurlu tüccarlar 2000 yıllarından itibaren bize kumaş kalay getirmişler. Bir de bilezik küpe kemer gibi ziynet eşyaları. Hurma getirmişler bugün olduğu gibi. “Libittu” diye bir kelime var, “kutu” demek. Kutunun içinde hurma var. Anadolu’ya bunları getirip Anadolu’dan da çok güzel kokan bir yağı Mezopotamya’ya götürdüklerini anlatan tabletler var. Getirilen kumaşların tranportasyonu yani nakliyesinde siyah eşekleri kullanıyorlar. Sebebi şu; siyah eşeklere sinekler dokunmaz, ama beyaz eşekler de bir damla kan bırakmaz.
Anadolu ile ‘’biz onları hırsızlığa, ölüme, eşkıyalığa karşı koruyoruz, onlar da kaçakçılık yapmayacaklar, vergi vermeden Anadolu’ya girmeyecekler’’ diye sözleşmeler yapmışlar. Ama pek çok metinden gizlice yan yollardan mal getirdiklerini anlıyoruz. Hatta bu gizli anlaşmalar için yapılan kontratlar var. Yani bugün nasıl sigara, uyuşturucu kaçak yollardan memlekete giriyorsa o zaman da aynı şekilde kaçakçılık yapılmış. Yakaladıklarını hapse atıyorlar. Kral ve kraliçe diyor ki, “5 mana yani 2,5 kilo altın vereceksiniz yoksa arkadaşınızı ölmüş bilin”. Asurlu tüccarlar eşlerini Asur’a bırakıp Anadolu’ya geliyorlar. Anadolu’da cinsel ihtiyaçları için genç köle kadın satın alıyorlar. Bu uzun seyahatlerde bu kadınları Asur’a, eşlerini de Anadolu’ya getirmiyorlar. Anadolu’dan kadın almayacaklarına dair evlenme ve nişan akitleri yapılmış. Bu konuyla ilgili kadınların şikayet mektupları var. Mesela bir mektupta, kocası ölen bir kadına 4 tüccarın birden çadırlarına gelmesini teklif ettiğinden bahsediliyor.
Ticaret kolonileri Asurluların Anadolu’da siyasi egemenlik ifadesi değildi. Ancak henüz yazıyı öğrenmemiş, çağına göre geri kalmış Anadolu’nun sömürülmesi söz konusu mu?
Onlar da yazıyı tam bilmiyorlar aslında. Sümer kâtipleri var. Bugün nasıl sekreterlerini götürüyorlarsa işte o zaman da tüccarlar Anadolu’ya gelirken yanlarında katiplerini getiriyorlar. Bunlar tüccarların mallarıyla ilgili yazışmaları yapıyorlar. Tüccarlardan da kısmen bu yazıyı öğrenip kısa notları yazdıklarına dair örnekler var. Kültepe tamamen bir ticaret merkezi olduğu için birkaç cümle vardır yazılan. Bu yazıyı yazarak öğreniyorlar çivi yazısını. Ve onları tekrar edip duruyorlar. Yazı bilenler tarafından kullanılıyor. Kayseri’de 25 bin tablet var bugüne kadar ortaya çıkan. Mezopotamya’dan mal getirdikleri için yüzde iki yüz karla satmak zorundalar. Anadolu’da buğday tüccarlığı yapanlar var. Yazıyı bilmiyorlar ama iyi ticaret yapıyorlar.
Anadolu’ya gelen tüccarların mallarının kaybolmasına karşılık Asurlular kendilerini garantiye alan bir anlaşma yapmışlar. Anlaşmaya göre kervan bir soyguna maruz kaldıysa ve bu da gerçekse Anadolu onu tazmin edecek. Adeta ne kadar vergi alacaklarını, nasıl vergi vereceklerini dikte ettirmişler. Mesela birisi öldürüldüğü zaman siz yargılamayacaksınız, biz yargılayacağız diyor.
‘KADINLARDAN ŞİKAYET MEKTUPLARI VAR’
Yani ticarete ilişkin kurallar Asur bürokrasisi tarafından yönetiliyor, peki o dönemde Anadolu’da hakim olan bürokrasi için neler söyleyebilirsiniz?
Bunların bir sosyal yapısı var. Mahkemeleri var. Asurlular bunlara uymak zorunda. Yazıyı bilmiyorlar ama Anadolu’nun da kendine göre bürokrasisi var o dönemde yani. Mahkemelere ait çok sayıda yazıt var. İlk katipler Anadolu’ya geldikten sonra onlar da adam yetiştirmişler. Ve aynı stilde yazıyorlar çivi yazısını. Hakimler o zaman korkulan bir sınıf. Karar verici yani. Evlenme boşanma belgeleri var. Erkek ceketini alıp çıkıyor. Kadınlar kocalarına dokunaklı acı mektuplar yazmışlar, “Ben saçı kesilmiş bir köle kadın olsaydım günde en azından 3 öğün yemeğim verilecekti. Ben burada borçlarımla hayatımı sürdürmek zorundayım’’ diyor bir mektupta. ‘’Ben seni kocam yerine koydum’’ diyor. Kadınlardan böyle şikayet mektupları var.
Sümerce ile Türkçe arasında, Asurca ile olduğundan daha az benzerlik var dediniz. Ama yazınların kil tabletler vb. vasıtasıyla yakın coğrafyalara yayılması farklı kültürler arasında kültürel benzerliklere yol açmış olabilir mi? Bu konuda yaptığınız araştırmalar mevcut mu?
Bu benzerlikler tabii ki var. Mesela Gılgamış destanının 11. tabletinde geçen Tufan hikayesi, Kuran’da, İncil’de de geçiyor. Biz buna Nuh demişiz, onlar başka bir şey demişler. Destanda Nuh’tan, gemiden bahsediyor, sandık şeklinde olsun diyor. Orada 7 gün sürüyor, Kuran’da 40 gün sürer. Yola gelmeyenlerin Nuh tufanıyla mahvedildiğine dair bir cümle geçiyor Kuran’da. Bu Gılgamış’ta çok daha geniş anlatılır. Gılgamış destanına göre rüzgar tanrısı var, yağmur çıkıyor ortaya, dağlar kadar su birikiyor; 7 gün 7 gece insanlar çamurlara batıyor. Gemi yüzüyor, Nisir Dağı’nın tepesine, Ağrı Dağı diye geçer, oraya düşüyor. Destan da olsa “Bu nasıl olur?” sorusu geliyor ister istemez akla. Amerikalı bir arkadaşla Gılgamış’ta geçen Nuh’u araştırdık. Erzincan’a, Doğubeyazıt’a gittik. O diyor ki, bugünkü Ağrı Dağı’nın cehennem deresi denen kısmında, küllerle kaplanmış geminin 128 m uzunluğunda, sedir ağacından yapılmış kalıntısı orada. Ağrı Valisi yardımcısını Japonya’ya gönderdi bunun için. Ben çıkmadım diyor, ama gemiyi gördüğünü söylüyor. Bir geminin o yüksekliğe çıkmasını nasıl açıklıyorsun diyorum, tektonik bir durum diyor. Dağın üstünde kalmışlığı yok diyor, 4. zamanda dağlar yükselirken o sırada tesadüfen oralarda bulunan gemi oraya, yukarıya kadar çıkmış. O kalıntının gemiyle falan bir ilişkisi yok, o kadar sene malzeme durmaz. Resimlerini de gördüm ben. Bu proje de Dışişleri Bakanlığı izin vermediği için yattı. Yalnızca 3 gün izin veriliyor, o da rehberle çıkıyorsun bir saat. Bir de Ermenistan’a İran sınırına yakın. İşin özü, biz buna ağızdan ağıza edebiyat diyoruz, yazılı değil. O ona anlatıyor, o diğerine.
Müzede okuduklarınız içinde ilginç bulduğunuz ya da sizde etki bırakan tablet ya da tabletler var mı?
Tabletlerin içinde de insanlar gibi meşhur olanlar oluyor. Mesela K-165 denilen bir Kültepe tabletinde geç evlilik yaptığını düşündüğümüz bir karı kocanın evlenme kontratı var. Bu tablette diyor ki, şu şunu karılığa aldı. Tıpkı bugünkü gibi erkekler alıyor kadınları. “Ahis” alan demek. Tarihin ilk yazılı belgelerinden tutun da bugüne kadar hep kadınlar alınmıştır. Kadınlar biz eşitiz özgürüz diyor ama bugüne kadar hiçbir erkeğe evlenme teklif edememiştir. Onu hayatı boyu sevecek bir adamın talip olmasını beklemiştir. Yüz kadından doksan dokuzu kocasından tazminat alır erkekler almaz. Kültepe tabletlerinin tamamında “Filan filanı karılığa aldı, malları müşterek mallarıdır. Fakirliklerinde ve zenginliklerinde birbirlerine destek olacaklar ve ayrılmayacaklardır”, diyor. Eğer birisi diğerini boşarsa boşanan taraf 2.5 kilo gümüş verecek.
Beni etkileyen tabletlerden birisi de ‘’Ahputo’’ denilen kardeşlik anlaşmaları. Eskiden hayırsız evlatlar çokmuş. Anne ölürse babaya, baba ölürse anneye bakacak şekilde anlaşma yapılıyor. Beraber oturacaklar. Karısını alıp başka eve çıkamayacak. Aksi halde anlaşma bozuluyor ve hissesinden hiçbir şey alamıyor.
Bir de beni ve tüm dünyayı etkileyen “Kadeş Anlaşması” var elbette. Ramses ile 3. Hattuşili arasında gerçekleştirilen anlaşma. Tabletlerden 2’si bizde, biri Doğu Almanya’da.
‘PEŞİMİZDEN GELMEK İÇİN ARAYI ÇOK AÇMAMAK LAZIM’
Müze arşivinde bekleyen tabletlerin hepsi okundu mu, bu tabletler nasıl sınıflandırılıyor? Tabletler arasında içerik bakımından göze çarpan ortaklıklar var mı?
Müzede 73 bin tablet var. Okunmayan tablet çok görünüyor ama çoğunun envanteri yapılmış durumda. Bizde 19 koleksiyon var. Bu koleksiyonlar, içinde bulunduğu şehirlere göre isim alıp sınıflandırılmıştır. Anadolu’da Kültepe ve Hitit tabletleri bulunuyor daha çok. Bazılarının topraklarının rengi de, yazı karakterleri de farklı. Hepsinin ortak noktası insan hayatını idame ettirebilmek için insanlara dağıtılacak olan yiyecekler ve mabetlere, saraylara kabul edilen hediyeler olmaları. Vergi yerine koyun getiriyor, yiyecek getiriyor insanlar. Ve onlar tekrar halka geri dağıtılıyor. Yani önce bunu garanti etmişler.
Hititler döneminde de her şey tapınağa getiriliyor, orada yenilip içiliyor. Eve götürmek kesinlikle yasak. Eve götürürken yakalanırsan bu, idam ile cezalandırılıyor. Çünkü orada yemenizin bir sınırı vardır ama götürmenin bir sınırı olmaz. Belki üç tane, beş tane yiyebilirim, ama 50 tanesini alıp götürebilirim. İşte bugün tarlalarda da o adet sürüyor. Bir bostan kopardığınız zaman yeyip orada kabuğunu bırakın derler. Arabanızı oraya yanaştırdığınızda tamamını götürürsünüz. Asurlularda da durum aynı. Eski insanlar tabiattan çok korktukları için devamlı tabletler yoluyla sorular sormuşlar. Kralımız hasta olacak mı, filan memleket bize saldıracak mı gibi fal, kehanet metinleri var. Günlük hayatlarında yaptıkları her şeyi tanrılara soruyorlar. Bu şekilde binlerce tablet var. Her hareketlerini tanrıya sormuşlar. Matematik, tıp, astroloji tabletleri var.
Müzelerde tabletler de diğer arkeolojik eserlerle birlikte mi korunuyor, yoksa farklı korunmaları mı söz konusu?
Tabletlerin muhafazası arkeolojik eserlerinkinden farklıdır. Hemen topraktan çıkarılmaz. Neme doymuş olması gerekir. İyi korunmazsa 20-30 senede bozulur tabletler. Türkiye’deki müzelerde uzmana zimmetleniyor eserler. Eksilirse maaşınızdan kesiliyor. Türkiye’de hükümet sizi peşinen hırsız kabul ediyor. Amerika’da kilise ve enstitülere verilmiş tabletler, çantaya koyup götürebiliyor ve istediği gibi çalışabiliyorlar. Bizde bir odadan bir odaya geçerken bile tutanak tutulur. Bir fotoğraf çekimi için Ankara’ya sorarız. Aslında uzmana mesuliyetini ver, orayı yönetsin. Arşivlerin korunması, haftada bir havalandırılması lazım. Küçük tabletler suyunu çok çabuk kaybeder. Pişirilmiş dahi olsa nem oranına çok dikkat etmek gerekir.
Sizden sonra bu çalışmaların devam etmesi için yetiştirdiğiniz birileri var mı? Yeni öğreneceklere tavsiyeleriniz neler?
Birkaç kişiye öğretmeye çalıştım ama sanıyorlar ki bu çivi yazısı 1-2 gün içinde öğrenilir. Bir kere önce modern dilleri bilecekler, 600-700 çivi yazısı işareti öğrenecekler. Bu iş sevmeyle olur. Korkarsanız yapamazsanız. Bu işe başlayanlar çabuk yılıyorlar. Peşimizden gelmek için arayı çok açmamak lazım. Çünkü ara çok açık olunca sizi kaybedebilirler. Nereden gittiğinizi bilemezler. Çöldeki gibi çok yakın takip etmek lazım ki izler kaybolmasın, biraz adımlarını sıklaştırarak size yetişebilsin. İnsan kendisi istemezse sizin gayretinizle başkasına hiçbir şey yaptıramazsınız. Ankara’da dört beş profesör var, Kültepe tabletlerini çalışıyorlar ama hiçbir öğrenci yetiştirmiyorlar.
27 Ağustos 2017 Pazar
Sahne korkusu ya da “Fight or Flight” Nedir?
“Fight or Flight” Nedir?
Piyanist Gülden Teztel ile Sahne Korkusu ve Çözüm Yöntemleri, Fight or Flight Nedir?
Uzun yıllardır ülkemizde ve yurt dışında çok sayıda konserler veren piyanist
Gülden Teztel ile “Sahne Korkusu” üzerine sohbet ettik.
Piyanist Gülden Teztel; geçmiş tecrübelerini ve konu ile ilgili bilgilerini Alaturkaonline
okuyucuları ile paylaştı.
5 yaşında piyano eğitimine başlayan Gülden Teztel; Oberlin Conservatarory’den
kazandığı bursla lisans eğitimi için Amerika’ya gider. Buradan “Piyano Jürisi Ödülü”
kazanıp, “BM in Piano Performance” diploması ile mezun olur. 1994’te Türkiye’ye döner.
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Yüksek Lisans, Müzik İleri Araştırma
Merkezi’nde (MIAM) doktora programını bitirir. 1994’ten bu yana solo ve oda müziği
konser çalışmalarını sürdürüp, ulusal ve uluslar arası pek çok festivale katılmıştır.
Halen İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Piyano Anasanat Dalı’nda Sanatçı
Öğretim elemanı olarak çalışmakta, İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet
Konservatuarı’nda da yüksek lisans öğrencilerine “Psychology of Concert and Stage”
“Konser ve Sahne Psikolojisi” dersleri vermektedir.
Sahne Korkusu ve Çözüm Yöntemleri
Soru cevap şeklinde yazmak yerine Sahne Korkusu ve Çözüm Yöntemleri ile ilgili
Gülden Hanım’ın söylediklerini kesintisiz aktarmak istedim.
“Fight or Flight” Nedir?
“ Sahne korkusunun ne olduğunu anlamak için, öncelikle “Fight or Flight”’ın ne olduğunu
bilmek gerekir. Vücut tehlikeli bir durum ile karşı karşıya kaldığında otomatik olarak
kendini hazırlar. Hazırlarken iki farklı tepki doğmaktadır. İsminden de anlaşıldığı gibi
bu tepkiler “savaşmak” ya da “kaçmak” tır. İç organlarımız normalde otomatik olarak,
dışarıdan bir emir gelmeden çalışır. Beynimiz “bak şimdi bunu yedin, şimdi öğüt” diye
direktif vermez.
Tehlike ile karşılaştığımızda ise; beyin tehlikeyi algılayıp müdahale eder. Aslında vücudumuz
daha farklı ve zorlu bir aktivite için hazırlanmış duruma getirilmektedir. Tabii gerçek
anlamda bir tehlike ile karşılaştığımız zaman, bu son derece fonksiyonel, son derece
yararlıdır. Hayatta kalmamızı sağlayan en önemli fonksiyonlardan bir tanesidir. Çok
enteresan bir biçimde sanatçılar,
sahneye çıkmadan önce “fight or flight” sendromlarının çok benzerini yaşarlar. Kasların
boşalıyor gibi olması, ellerin titremesi, ağız kuruması gibi bir sürü semptom yaşanır.
Normalde bizi tehlikeli bir durumda korumaya alan bu semptomları bizler sahneye
çıkmadan önce ya da sahnede performans sırasında yaşarız.
İnsan gururu sahne korkusu yaşanılmasında çok büyük bir etkendir. Rezil olma korkusu,
beğenilmeme endişesi, yargılanma endişesi ve pek çok kuruntular bu semptomların
ortaya çıkmasını tetikleyen etkenlerdir. Bu semptomların ortaya çıkış sebeplerini
bilmek gerekir.
Aslında bu semptomların bizi korumak için ortaya çıktıklarını bilirsek,
onları negatif bir olgu olarak kabullenmekten vazgeçebiliriz. İronik olan şey;
bu semptomların gerçek bir tehlike olmadan, sahne öncesinde yaşanmasıdır.
Mükemmeliyetçilik sahne korkusunun yaşanması ile doğru orantılıdır. Katı ve sınırlı bakış
açısı ile kendimize eleştirel yaklaşmamız, bu semptomların ortaya çıkmasında büyük bir
sebeptir. Mükemmel performans ne demektir? Kime göre ve neye göre mükemmel?
Mükemmel performans; kişilerin kendi performansını en iyi şekilde ortaya koyabilen bir
performanstır.
Konservatuar öğrencileri hem fiziksel, hem zihinsel semptomlar yaşıyorlar. Güven eksikliği,
yoğunlaşma bozukluğu, unutkanlık ve kuruntusal düşünceleri çok oluyor. Sahne öncesinde,
sırasında ve sonrasında “ya yanlış yaparsam, ya beğenilmezsem, çok mu kötüydüm” gibi
sürekli negatif düşünceler içerisinde olunuyor. Mide ağrısı, terleme, ellerin titremesi,
nefesin yetmemesi gibi fiziksel semptomlar ortaya çıkabiliyor. Mesela; piyano çalarken,
zor pasaja gelmeden 2-3 sayfa öncesinde “o bölüm geliyor, ya yapamazsam” düşüncesi
başlıyor.
Sık sık gözlemlediğim diğer örnekler; sahneye çıkarken hızlı hareket etme (gereksiz hızlı
yürüme),
selam verip piyanoya oturur oturmaz elleri tuşlara koyup sonra tekrar biraz daha
durulabileceğinin hatırlanıp kucağa alınması, tekrar tuşlara alınması, aşırı mutsuz
yüz ifadesi veya tam tersi aşırı gülme (selam verirken örneğin).
Amatör veya profesyonel herkes bunu yaşıyor. Sadece kaygılar değişiyor. En önemli şey;
sahne korkusunun kesinkes yok edilemeyecek bir şey olduğunu kabul etmek, fiziksel
semptomların amacını anladıktan sonra yargısal düşüncelerden uzaklaşıp
( hatalı bir performans bile olsa), o performansın çok güzel bir deneyim olabileceğinin
bilinmesidir. Tecrübenin en önemli yararı bu semptomları kontrol edebilmeyi öğrenmektir.
Her konserden önce mutlaka heyecanlıyımdır, fakat seneler içerisinde tecrübelerim
sayesinde heyecanımı kontrol altına almayı öğrendim.
Aslında insanın taşıdığı kaygılar, daha iyi bir şey yapabilmek için motivasyon sağlıyor.
Alexander Tekniği; sahne korkusunun kontrol edilebilmesini sağlayan yararlı
metotlardan biridir. Bu teknik; sanatçıların iç dengelerini ve beden ilişkilerini
zenginleştirmek amacıyla çok uzun yıllardır kullanılıyor. Büyük çoğunluğumuz
psikolojik etkilerden sonra fiziksel tepkilerin doğduğunu düşünürüz fakat fiziksel
etkilerden sonra da psikolojik tepkiler doğmaktadır. Tam tersi bir durum yaşanır.
Spor alanında kullanılan “zihinsel imgeleme” metodunun çok yararlı olduğunu
düşünüyorum.
Hangi sonucu almak istiyorsanız, hazırlık aşamasından son alkışa kadar olan
tüm aşamaların en ince ayrıntıları ile olmasını istediğiniz şekli ile hayal etmenizdir.
Hazırlık aşamasından,
kulise girişinizden son alkışı aldığınız zamana kadar her aşamasını en güzel şekliyle
zihninizde canlandırma çalışmasıdır. Bu çalışma sayesinde hem kuruntulardan
kurtulabilirsiniz hem de negatif düşünceler geldiğinde “hayır o böyle değil,
şu şekilde oluyor” diye vücudunuz reaksiyon gösterebilir. Tabii bu çalışmayı
performanstan hemen önce yapmanızın
bir yararı yok. Sadece bu değil, heyecana yönelik yapılan hiçbir çalışmanın son anda
yapılmasının anlamı yok; beyin eğitilmeli ve yöntemler konser zamanına gelindiğinde
alışkanlık haline getirilmiş olmalı.
Sahneye çıkmadan önce hiçbir zaman sihirli bir değnek size dokunmuyor.
Kendi semptomlarımı düşünecek olursam, çok az fiziksel semptomlar yaşıyorum. Bazen
kaslarımı kontrol edemeyecekmiş gibi hissederim. Kalp çarpıntısı olabiliyor. Nefes
egzersizleri ve zihinsel imgeleme çok yararlı oluyor.
Zihinsel ve fiziksel onlarca semptom var. Ancak genellemelerle bu semptomları
anlatabiliyoruz. Bazısı çok konuşarak çok gülerek bu semptomları atar; bazısı da yalnız
başına sessiz bir odada zaman geçirerek. Kişinin kendisini incelemesi ve
saptama yapması çok önemli. O zaman hangi yöntemin kendisi için yararlı
olabileceğini çözebilir”.
Gülden Teztel
Sahne korkusu (Stage fright) ya da performans kaygısı (performance anxiety);
öğrencilerden profesyonel sanatçılara kadar hemen hemen tüm sanatçıları etkileyen
önemli bir sorun.
Barbra Streisand’ın bu konudaki sorunları, 1960’lı yıllarda sahnede şarkı sözlerini
unuttuğunda başlamış.
O zamandan bu yana küçük düşme korkusunu “ya yine unutursam” endişesini her zaman taşımış.
Büyük kalabalıklar önünde canlı sahne performansı sergilemesi 20 yılını almış.
Sonunda sahne korkusundan kaynaklanan endişelerini ve semptomlarını kontrol altına
almayı başarmış.
Streisand gibi sayabileceğimiz pek çok ünlü sanatçı bu sorunla karşı karşıya kalmışlar.
Gösterinin tam ortasında, birdenbire nerede olduğumu unuttuğum, ne yapmam
gerektiğini bilemediğim zamanları dün gibi hatırlarım.
Tüm hazırlıklarım bitmiş olmasına rağmen müziği duyar duymaz tekrar lavaboya koşardım.
Kaç yüz kere sahneye çıktığımızı hatırlamıyorum ama %90’ında da aynı tepkiyi verirdim.
Kolların v şeklinde yukarıya kalktığı (avuç içi kendinize doğru), klasik “hey” hareketi vardır.
Sabit kalması gereken bir elim, her zaman bir tık fazla hareket ederdi.
İlk fark ettiğimde şok olmuştum.
Sahneye son anda hazırlanmamın da semptomlarımı azaltan bir etkisi olduğundan eminim.
Çok konuşma, bazen hiç konuşmama, gülme krizi, vücut fonksiyonlarının hızlanması v.s.
Fiziksel semptomlar saymakla bitmez.
Herkeste farklı farklı şekilde ortaya çıkabilir.
Önemli olan onları nasıl kontrol edeceğinizi öğrenmektir.
Bazı tavsiyeler;
Öncelikle performansınıza tam olarak hazırlanın. Yeteri kadar pratik yapmak çok önemlidir.
En acımasız eleştirmen kendinizsinizdir. (Bunu tekrar tekrar kendinize söyleyin).
Sahnede yaptığınız hata en çok sizi etkiler. Şiddetini ilk önce siz hissedersiniz daha
sonra diğerleri. Yani diğerlerinin hatanızı fark etme olasılığı size göre daha azdır.
Unutmayın.
Yaptığınız hataya gösteri ya da konser boyunca kafanızı takıp, ısrarla üzerinde durmayın.
Bir sonraki adıma konsantre olun.
Kendinize güvenin. Güven; sahne korkusunu yenmenin ilk adımıdır.
Mükemmeliyetçilik bazı semptomların oluşmasında ve artmasında çok büyük bir etkendir.
Mükemmel bir performanstan daha az mükemmel bir performans sergilemenizin hiçbir
sakıncası yok. (Bunu sürekli düşünün vücut fonksiyonlarınız normale dönecek).
Kendi semptomlarınızı bulun ve üzerinde mutlaka çalışın.
Normal bir zamanınızda semptomlarınızı abartarak uygulayın. İnsan ortada bişey yokken
terleyemez belki ama bacak titretme, gözlerin hızlı hızlı açılıp kapanması, çok hızlı nefes
alıp verme gibi hareketleri yapabilirsiniz. Gerçekten heyecanlandığınızda ortaya çıkan
bazı semptomları, vücudunuz yapmaktan vazgeçecektir. (İşe yaradığı zamanlar oldu).
Kaslarınızı rahatlatıcı hareketler yapın.
Nefes egzersizleri uygulayın.
Yemenize dikkat edin.
Rahatlamak için SAKIN ALKOL ALMAYIN. Bir bardak içki rahatlamanıza yardımcı olabilir
ama ne zaman ve nasıl etkileneceğinizi kesin olarak bilemezsiniz.
Beslenmenize dikkat edin.
Unutmayın ekstra adrenalin; odaklanmanıza yardımcı olur. Daha başarılı bir performans
sergilemeniz için gereklidir. Negatif olarak düşündüğünüz bu adrenalini kendi lehinize
çevirip çok daha başarılı performans sergileyebilirsiniz.
Sevgilerimle
Olcay M. Gardner
alaturkaonline.com
9 Temmuz 2017 Pazar
Goldilocks ve üç ayı: Paradigma,Kariyer motivasyonu, Uyum, Karar, Mükemmelliyet ve Yaşanabilir Bölge
Kariyer motivasyonu sağlayan çocuk masalı: Goldilocks ve üç ayı
Onlar dışarı çıktıklarında eve Goldilocks isimli kız gelmiş ve onlardan habersiz bir şekilde evde dolaşmaya başlamış. Lapaları görünce önce büyük kaseden baba ayınınkinden içmeyi denemiş çok sıcak diye bırakmış. Sonra ortanca kasedeki lapadan içmiş bu da soğuk olduğu için bunu da tam bitirememiş. En küçük olan küçük ayının kasesi ise tam istediği sıcaklıktaymış. Onu yemiş.
Sandalyeleri görmüş ve oturmak istemiş; önce baba ayının sandalyesine oturmuş. Sonra anne ayının sandalyesine ama ikisinde de mutlu olamamış. Ve küçük ayının sandalyesine oturmuş. Bu sandalyede istediği gibi oturmuş ama uykuya dalacakken sandalye kırılmış.
O uyurken üç ayı gelmiş ve önce çorba kaselerini, sonra da sandalyeleri fark etmişler. Diğer kaseler ve sandalyeler denenmişken küçük ayının hem kasesindeki lapa bitmiş hem de sandalyesi kırılmış durumda olduğundan küçük ayı ağlar. Sonrasında ise yatak odasına bakarlar.
Baba ayı yatağında birinin yatmış olduğunu söyler, anne ayı da benim yatağımda da biri yatmış der, küçük ayı ise yatağında yatan Goldilocks’ı görür, benim yatağımda hala birisi yatıyor der. O sırada uyanan Goldilocks hemen kaçar ve kurtulur. Bir daha da kimsenin evine izinsiz girmemek adına kendine söz verir.
Bu masaldaki kızın ismi olan Goldilocks ise astrobiyolojide yaşanabilir sınır kavramına ismini vermiştir. Kızın masaldaki deneyimlerinden baba ve anne ayının eşyalarıyla mutlu olmayışını gözlemlemiştik yani çocuk onlarla yaşayamıyor. Çocuk ayının eşyaları ile yaşayabilmesinden de onun için yaşanabilir sınırının çocuğun eşyaları olduğu neticesi çıkıyor.
Motivasyonumuz ve hayatımızı sürdürebilmemiz açısından bizim de kendimize Goldilocks prensibine uygun rakipler ve ortamlar bulmamız gerekiyor.
Bir oyun oynarken çok güçsüz biriyle oynadığımızda da keyif alamayız, çok güçlü biriyle oynadığımızda da. Bu haksız rekabet ortamı bizim ilerlememizin ve vaktimizi doğru değerlendirmemizin önüne geçer.
Bazen ne kadar çabalarsak çabalayalım başaramayız ya da hiç çabalamadan başardığımız için kendimizi geliştiremeyiz. Bu nedenle kendimize uygun yaşanabilir bir alan bulmalıyız. Bu alanda hem rekabet içerisinde kalmalı hem de arada hedeflerimize ulaştığımızı görmeliyiz. Yoksa kolay kazanılan hedefler ve imkansız hedefler arasında asıl potansiyelimizden uzak yaşarız.
7 Temmuz 2017 Cuma
İlginç emlak satışı
1 Temmuz 2017 Cumartesi
Dünya'nın En Ünlü 'Sahibinden Satılık' İlanı
Söylendiğine göre 1920'lerde Hemingway ile arkadaşları iddiaya girer. Bu 10 dolarlık bir iddiaya göre Hemingway dünyanın en kısa hikayesini yazacaktır ve hikayeyi okuyan herkes ağlayacaktır.
Hemingway’in iddiayı kazandığı sadece 6 kelimelik o hikaye şudur:
“sahibinden satılık: Bebek ayakkabısı, hiç giyilmemiş.”
Ernest Miller Hemingway kimdir?
Ernest Miller Hemingway (21 Temmuz 1899 – 2 temmuz 1961): 20. Yüzyıl romancılığını etkilemiş, Nobel Edebiyat Ödülü ve Pulitzer ödülü sahibi romancı ve gazeteci. Kendisini ünlü yapan romanlarında katıldığı savaşları anlatır.
Silahlara Veda ve Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eserlerinde, bir yandan savaşın kötü yüzünü anlatırken, diğer yandan da aşkın karşı konulmazlığını dile getirir. Kullandığı dili, yazım tekniği, gözlemleri, yorumlamaları onu diğerlerinden ayıran “teferruatlar” olmuştur. “Yaşlı Adam ve Deniz” de yazarın öne çıkan eserlerindendir.
10 Haziran 2017 Cumartesi
İstanbul'un en ünlü perakende caddeleri boşaldı.
Caddelerdeki boş dükkan sayısı artıyor
JLL Türkiye’nin ‘Perakende Caddeleri’ Raporu’na göre, bu yılın ilk çeyreğinde İstiklal Caddesi’ndeki boş dükkanların sayısı 32 oldu. Bu rakam Bağdat Caddesi’nde 51, Nişantaşı’nda ise 25 olarak hesaplandı. İstanbul’un bu üç ana akım perakende caddelerindeki sirkülasyonda kentsel dönüşümün ve turist sayısındaki dalgalanmanın büyük etkisi var. JLL’ye göre bu etkiyi en aza indirmenin yolu ‘AVM gibi yönetilen caddeler’den geçiyor.
Caddelerdeki boş dükkan sayısı artıyor
Ticari gayrimenkulde profesyonel ve finansal hizmetler sunan JLL Türkiye’nin İstanbul’daki ana akım perakende caddeleri için referans niteliği taşıyan raporu yayınlandı. Bağdat Caddesi, İstiklal Caddesi ve Nişantaşı’nın mercek altına alındığı raporda, bu yılın ilk çeyreğindeki doluluk-boşluk oranları, marka yapısı ve kentsel dönüşüm süreçleri irdelendi.
KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN MERKEZİ BAĞDAT CADDESİ
JLL’nin raporunda Bağdat Caddesi’ndeki dolu olan perakende mağazası 2017’nin ilk çeyreğinde 350 olarak hesaplandı. Bu rakam bir yıl öncesinde 427 olarak belirlenmişti. Anadolu yakasının ana akım perakende caddesinde boş dükkan sayısı 51. 2016’nın ilk çeyreğinde ise bu rakam 8 olarak hesaplanmıştı. Bağdat Caddesi’nde son bir yılda boş dükkan sayısındaki keskin artışta kentsel dönüşüm sürecinin büyük etkisi var. İnşaat halindeki yapıların sayısı ilk çeyrekte 43 olarak belirlendi. Bu rakam, bir yıl öncesinde 9 olarak karşımıza çıkıyor. Söz konusu bölgede 2017’nin ilk çeyreği itibariyle kozmetik sektörü yabancı markalar arasında en fazla pay alan sektör olurken; yerli markalarda ise hazır giyim, kadın giyim ve deri ürünleri, ayakkabı ve çanta sektörlerinde 2016 yılının aynı çeyreğine kıyasla önemli bir düşüş görüldü.
GÖRÜNTÜ VE GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ İSTİKLAL’İ OLUMSUZ ETKİLEDİ
İstanbul’un yabancı ziyaretçiler tarafından en çok ziyaret edilen perakende caddesi olarak bilinen İstiklal Caddesi eski günlerini arıyor. Bu yılın ilk çeyreğinde dolu olan mağaza sayısı 234 olarak belirlendi. Bu rakam bir yıl öncesinde 263 olarak hesaplanmıştı. Kozmopolit bir yapıya sahip olan caddede boş dükkan sayısı bir yıl önce 3 iken, bu yılın ilk çeyreğinde 32 oldu. İnşaat halindeki yapıların sayısı ise bir yıl içinde değişiklik göstermedi ve 13 olarak hesaplandı. JLL Türkiye uzmanlarına göre İstiklal’deki mevcut durumun başlıca nedenleri turist sayısındaki keskin düşüş ve caddede uzun zamandır devam eden altyapı çalışmaları. Bankalar, restoranlar, pastaneler ve kuruyemişçilerin yanı sıra hazır giyim, deri, ayakkabı ve çanta sektörlerinde faaliyet gösteren markalar İstiklal Caddesi'ndeki arzda en yüksek paya sahip perakende grupları.
NİŞANTAŞI’NI YEME-İÇME VE LÜKS TÜKETİM TAŞIYOR
Küresel ve yerli lüks markaların İstanbul’daki merkezi olarak kabul edilen Nişantaşı’ndaki durum, İstanbul’un diğer iki ana akım perakende caddesinde kıyasla görece daha iyi. Nişantaşı’nda boş dükkan ve mağaza sayısı 2016’nın ilk çeyreğinde 19 iken; bu yılın ilk çeyreğinde 25 olarak belirlendi. Geçtiğimiz yıl 519 dolu olan mağaza varken, bu yıl bu rakam 498 olarak hesaplandı. Nişantaşı’nda inşaat halinde olan yapı sayısı ise 13’ten 28’e çıktı. Kadın giyim markaları Nişantaşı'ndaki toplam ünitelerin yüzde 19'u ile bölgedeki en yüksek orana sahip perakendeciler. Deri ürünleri, ayakkabı, çanta ve hazır giyim gibi diğer tekstil perakendecileri ve gastronomi mekanları da bölgedeki varlığı en yüksek diğer sektörler olarak öne çıkıyor.
CADDELER DE AVM’LER GİBİ YÖNETİLMELİ
JLL’ye göre perakendeciler ve mülk sahipleri gittikçe zorlaşan cadde perakende ekosisteminin izlerini görmeye başladı. Ekonomik ve politik koşulların etkisiyle caddelerdeki yaya trafiği ve ciro rakamları azalırken, boşluk oranlarında artış görülüyor. Geldiğimiz noktada cadde perakendenin sadece perakende merkezi olarak değil; ekonomik konuların ötesinde pek çok faktöre dayanan yaşayan ekosistemler olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
JLL Türkiye Ülke Başkanı Avi Alkaş, “Cadde perakendeciliği yeniden ele alınmalıdır. Finansal iklim ve tüketici davranışındaki değişimlere uyum sağlamak için çok merkezli bir yaklaşım benimsenmelidir. Bu yaklaşım ayrıca perakende caddelerine yerel ve küresel ölçekte rekabet gücü sağlayacaktır. Alışveriş merkezi gibi profesyonel bir anlayışla yönetilen perakende caddeleri İstanbul’un gündeminin en üst sıralarında kendine yer bulmalıdır. Yerel yönetimlerin planlama ve koordinasyon yeteneği, mal sahiplerinin ortak vizyonu ve profesyonel danışmanlık şirketlerinin teknik bilgi birikimi ile caddeler eski günlerine geri dönecektir” dedi.
Hürriyet
1 Haziran 2017 Perşembe
EYÜPLÜ HALİT MUSSOLİNİ'Yİ NASIL DOLANDIRDI?
Diktatör Mussolini’yi Bile Dolandıran Türk Dolandırıcı Eyüplü Halit ve Garip Yaşamı
Yine tarihimizin gizli kalmış sayfalarından tutup çıkardığımız bir karakter ile karşı karşıyayız. İsmi Halit. Herkes onu Eyüplü Halit olarak biliyor. Türkiye’nin illegal saflarında kendine epeyce yer bulmuş bir abimiz! Böyle bir giriş yaptığımıza göre ilginç bir hayat hikayesi olduğunu az çok tahmin ediyorsunuzdur. İşte başlıyoruz…
1. Girit kökenli olan Eyüplü Halit aynı zamanda çok güzel Rumca da konuşur. Ayrıca anadili gibi Fransızca bilir.
Yararlandığımız kaynaklarda ise giyimine, kuşamına çok dikkat ettiği, hep “jilet” diye tabir edilen, şık bir tarzı olduğu söylenir.
2. İstanbul’un işgal altındaki son günlerinde, Türk ordusunun şehre girmesine üç-dört gün kala Eyüplü Halit arkadaşı ile birlikte bir ev kiralar.
Bu evi arkadaşı Arap Abdullah ile Feridiye semtinde kiralayan Halit, evi karakola dönüştürür.
3. Kentteki otorite boşluğunu kullanan Halit, “komiser”, Abdullah ise “bekçi” rolündedir.
Eyüplü Halit Arap Abdullah’ı bölgede oturan paralı Rumlara gönderir ve ‘karakola’ çağırtır. Arka odayı da nezarethane dekorunda süsleyen ikili, Rumları nezarete attırıp, hatrı sayılır bir para karşılığı tekrar serbest bırakır. Bu numarayla ikili, neredeyse oradaki tüm zengin Rumları soyar, Türk ordusu şehre girmeden bir gün önce de karakolu kapatıp oracıktan tüyerler…
4. Peki, Mussolini’yi nasıl dolandırıyor sorusuna gelecek olursak…O dönemde sık sık cezaevine düşen Halit hep bir şekilde cezaevinden çıkar…
5. Yine cezaevine düştüğü günlerden birinde 1935 yılında hapishanede kasa hırsızı bir İtalyan ile tanışır.
Eyüplü Halit, İtalyanı çok çabuk kafaya alır.
6. Bu İtalyan hırsız sayesinde Mussolini’ye İtalyanca bir mektup yazar ve yollatır.
“Sayın Mussolini ben sizi çok seven, fikirlerinizi çok takdir eden bir Türk’üm. Antalya’nın sizin hakkınız olduğunu savunduğum için hapis yatıyorum. Yardımınıza muhtacım…”
7. Mektubu yolladıktan bir ay kadar sonra İtalyan Başkonsolosu, İstanbul Valisine müracaat eder ve Halit ile görüşmek ister.
Güvenlik müdürünün “O dolandırıcının teki” ısrarlarına rağmen buna inanmayan başkonsolos Eyüplü Halit’e yüklüce bir para bırakarak, hapisten çıkmasını sağlar ve oradan ayrılır…
8. Daha bitmedi! Eyüplü Halit, hapisten çıktıktan sonra 68 genç kadını evlenme vaadiyle kandırır ve paralarını alır.
Sonrasında kayıplara karışan Eyüplü Halit, bir şekilde yakayı ele verir ve yakalanır.
9. Ne zaman ve nasıl öldüğü ise bir muamma olarak kalır. Ama akıl hocası Rahmi Kırbağ’ın dediklerine göre Eyüplü Halit’in 50’li yıllardan önce öldüğü anlaşılmaktadır.
10. Yıllar sonra hayatı “Öz Hakiki Karakol” filmine ilham bile olmuştur.
İki güzellik bir arada
Ya üçüde olmasaydı
Mehmet Akif Ersoy'dan
Gezi Parkı
Ne Denilebilir!...
Gezi
Günün Fıkrası
1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.
O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.
Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.
Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...
Avukat 1
Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.
- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...
Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş
- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.
Papaz utana sıkıla mırıldanmış.
- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.
Avukat gülümsemiş.
- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.
Avukat 2
George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:
"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "
Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"
George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.
Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.
"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".
Avukat 3
Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:
“İki kere iki kaç eder?”
Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''
Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş
En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:
''Kaç olmasını istersiniz?''
Avukat 4
Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:
Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.
Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.
Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.
“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''
Avukat 5
Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:
“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”
Avukat açtı ağzını:
“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”
Görevli yerin dibine geçmişti.
Sadece:
“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.
Avukat onun sözünü keserek devam etti:
“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”
Günün Sözü
İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.