24 Aralık 2013 Salı

Taksim Projesine İptal


 İstanbul 10’uncu İdare Mahkemesi, Taksim Cami projesi ve Galatasaray Katlı Otoparkı dahil, bir çok projenin dayanağı olan 1/1000 ölçekli “Beyoğlu Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Uygulama Planı” ile 1/5000 ölçekli “Beyoğlu Nazım İmar Planı”nı iptal etti.  

Mahkeme, her iki planın bölgenin özelliğini yeterince gözetmediği, bütünsellikten uzak, korumaya en çok muhtaç alanların özelleştirme, kentsel yenileme veya turizm alanı ilan edilerek koruma planı kapsamı dışına çıkarıldığı gibi pek çok gerekçeyle iptal kararını oy birliğiyle verdi. Karar sonrası belediye 6 ay içinde, mahkemenin gerekçeli kararındaki itirazlar dikkate alarak planları yeniden yapmak zorunda. Bu süreçte, Beyoğlu’ndaki imar hareketleri, kurul kararları onayıyla ‘Geçici Yapılaşma Koşulları’yla yürütülecek. Cihangir Güzelleştirme Derneği ve Galata Derneği’nin, Beyoğlu Belediye Başkanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı aleyhine 2011 yılında açtığı dava 25 Eylül 2013’te oybirliğiyle sonuçlandı. Karaköy’deki Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi’nde, Beyoğlu Semt Dernekleri Platformu üyeleri basın toplantısıyla kararı kamuoyuna açıkladı. 
18 YIL KADERİNE TERK EDİLDİ 
Beyoğlu Semt Dernekleri Platformu Sözcüsü Cem Tüzün, 1993 yılında Beyoğlu’nun önemli bir bölümünün “Kentsel Koruma Alanı” olarak ilan edildiğini ve yasa gereği 6 ay içerisinde bir koruma amaçlı imar planı hazırlanması gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Ancak bu gerekliliğin başladığı 1994 yılı ilkbaharından itibaren bu koruma amaçlı imar planı yapmakla sorumlu olan büyükşehir belediyesinde Recep Tayyip Erdoğan, Ali Müfit Gürtuna ve Kadir Topbaş ile Beyoğlu’nda ise Nusret Bayraktar, Kadir Topbaş ve Ahmet Misbah Demircan dönemlerinde 18 yıl boyunca bu imar planı hazırlanmadı. Beyoğlu bir anlamda kaderine terk edildi. Bu süreç içerisinde ‘Geçici Yapılaşma Koşulları’yla Beyoğlu’ndaki imar hareketleri yürütülmeye çalışıldı. Bu durumda çok sayıda rüşvet, yolsuzluk yolları açıldı. Kaçak yapılaşma ve göz yummalar oldu. Beyoğlu’nun birçok mahalleside çöküntü haline getirildi. Tarlabaşı bunun en bariz örneklerinden biridir. Aynı şekilde Bedrettin Mahallesi’nde yurttaşların kendi oturdukları evlere bir çivi dahi çaktırmadılar. 2011 yılında aniden bir imar planı hazırlandı. Koruma amaçlı olduğu iddia edilen 1/1000 ve 1/5000’lik planlar ard arda açıklandı. Buna ilişkin bizim Beyoğlu’ndaki semt dernekleri olarak başlattığımız çeşitli süreçler oldu. Belediyeye katkılar koymaya çalıştık. İmar planları açıklandığında itirazlarımızı yaptık. Akabinde yargıya başvurmak zorunda kaldık.” 
KATILIM İLKESİ ŞART 
Avukat Pervin Çelik de 2009 ve 2011 yıllarında yapılmış 1/5000 ve 1/1000 imar planlarının iptali için 2011 yılında dava açtıklarını belirterek şunları söyledi: “2.5 yıl süren mahkeme sonunda, tarafımıza dün tebliğ edilen kararda, her iki imar planının da iptal edildiğini öğrendik. Bu karar planların tümünü ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla bu kararın tebliğ edildiği tarihten itibaren artık uygulaması durmuştur. Beyoğlu’nda bu imar planlarının uygulanması mümkün değil. Bundan sonra yapılması gereken şey, bu kararın muhatabı olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Beyoğlu Belediyesi ve yine koruma amaçlı imar planı olduğu için, bu planları onaylamak zorunda olan koruma kurullarının, mahkeme kararında belirtilen gerekçelere uygun olarak yeni 1/5000 ve 1/1000 planlarını yeniden hazırlaması gerekiyor.
İNSAN ODAKLI DEĞİL 
Mahkeme kararı gerekçeli kararında özet olarak şunu söylüyor. Bu planların koruma amacından ve korumaya ilişkin yasal mevzuattaki kurallara uzak olduğu, yasal mevzuatta aranan kurallara da uygun olmadığı ifade ediliyor. Somut birkaç örnek vermek gerekirse, turizmin ön plana çıkarıldığı ama bunu yaparken Beyoğlu’nun yerel özelliğinin göz ardı edildiği, kültür odaklı turizm yerine ticaret ve hizmet odaklı turizme ağırlık veren bir planlamanın tercih edildiği, özelliği gelir düzeyi yüksek turistlere yönelik bir planlamanın tercih edildiği, oysa bölgenin burada yaşayan ve çalışan insanlarla kendine özgü bir renkliliği olduğu ve bunun ihmal edildiği, burada yaşayan insanların kentten ve Beyoğlu’ndan uzaklaştırmaya yönelik kararlar içerdiğini ifade ediyor. Bunlar özellikle son dönemde toplumun tepkisini çeken gerekçeleri de ortaya koyuyor. Kentlerin, içinde yaşayan insanlardan bağımsız olarak planlanamayacığını bir kez daha bize göstermiş oldu. Sonuçları itibariyle bizim için çok önemli. Beyoğlu ilçesine ilişkin bir planın iptalini öngörse de sonuçları bakımından bundan sonra idarelere göstereceği yol açısından önemli. Çünkü bundan sonra yapılması gereken planlama sürecinde burada yaşayan halkın bu sürece katılması şart. Bu kısaca katılım ilkesi olarak tanımlanıyor ve göz ardı edilemeyeceği açıkça vurgulandı.  
KAPSAM DIŞINDA KALDILAR 
Tarlabaşı özel bir statüde yenileme alanı olarak ayrıldığı için planın kapsamı dışındaydı. Yine meydandaki ulaşım projesi de bu dava konusu ettiğimiz planlardan daha sonraki bir tarihte planda yapılmış tadilat olarak gündeme geldi. Zaten o planla ilgili olarak başka bir mahkeme tarafından verilmiş başka bir iptal kararı var. Bu güne kadar yapılmış uygulamalar dava konusu edilmediyse devam edecek, dava konusu edilmiş veya edilecekse bu karar gerekçe gösterilerek durdurulabilir.” 
TAKSİM’E DİNİ TESİS YAPIMI İPTAL 
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Akif Burak Atlar da mahkeme kararıyla birlikte, Galatasaray Lisesi’nin yanındaki açık alana öngörülen katlı otopark projesi ile Taksim Meydanı’ndaki Sular İdaresi’nin arkasında bulunan otoparka yapılacak olan dini tesisin de inşasını iptal ettiğini söyledi. 

Hürriyet

21 Aralık 2013 Cumartesi

kentsel dönüşüm haberleri


Fatih Belediye Başkanı Demir'in avukatı: Bilal'in B'si bile sorulmadı

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in avukatları, sosyal medyada yer alan 'Başbakan'ın oğlunun adını verdi' iddialarına karşılık "Bilal Erdoğan'in B'sini bile söylemedi" dedi.

Rüşvet ve yolsuzluk operasyonu çerçevesinde Mustafa Demir ile Ali Ağaoğlu’nun aralarında bulunduğu çok sayıda kişi savcılığa ifade verdi. 

Çağlayan’daki adliyede gözaltına alınanların yakınları büyük bir sessizlikle olup bitenleri izliyor. 
Kimlerin tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilip edilmeyeceği için merakla bekleniyor. 17 Aralık’ta başlayan operasyonun üzerinden 4 gün geçti. 
Resmi gözaltı süreleri dolan şühpelilerin tamamı adliyeye sevk edildi. Sabah erken saatlerde başlayan sorguları 4 savcı yapıyor. İfade alma işlemlerinin büyük çoğunluğu tamamlandı.

30 Temmuz 2013 Salı

4 karakol gezdi, şikayetçi olamadı





İki çocuk annesi bekar bir anneyim ben Evrensel okurları. Okuyacağınız satırlar erkek şiddetine uğrayan kadının sesini devlete duyuramama hikayesidir
  • Aile birliği temelinden çökmüş bir kadın olarak anlaşmalı boşandığım eski eşimin kırk dereden getirdiği bahanelerle bana ve iki kadın arkadaşıma sözlü şiddet uygulamasıyla başladı hikaye. Çocukların şiddet sahnelerine maruz kalmamaları için kendisini ortaya atan kadın arkadaşlarıma darp girişiminde bulunan eski eşin ettiği küfürleri burada tekrarlayıp testosteronun en adi kokusunu ortalığa saçmayacağım. Eski eşin üç kadına “Bu daha bitmedi, hesap soracağım ben size daha neler yapacağım” diyerek gittiği sırada 155’i arıyordum. 155’deki görevli “Kişi gittiyse gelemeyiz karakola gidip ifade verin gereken yapılacaktır” diyerek 5 saat süren karakol rezaletini başlatmış oldu.
    SEN KADINSIN İFADENİ ALAMAM...
    En yakındaki Haliç Polis Merkezi Amirliğine gittiğimizde verilen cevap şu oldu: “Sen kadınsın erkek olsaydın ifadeni alırdık. Uygulama böyle. Beyoğlu Polis Merkezine gitmen gerekiyor.” Kalktık gittik ama görevli ifademi almaya başlamıştı ki “Mahmut Şevket Paşa’ya biz bakmıyoruz. Haliç sizi yanlış yönlendirmiş. Şişli Asayiş Büro Amirliğine gitmeniz gerekiyor” deyiverdi. İtirazlarımız tabii ki sonuçsuz kaldı ve ifade vermek için 3. kez bir araç aramaya koyulduk. Taksim’de öbek öbek bekleyen Çevik Kuvvet polislerinin arasından geçerek Şişli Asayiş Büro Amirliğine ulaştık.
    PERSONEL YETERSİZ İFADENİZİ ALAMAM...
    Buraya geldiğimizde ise görevli polis,”İfadeyi alırız almasına da saat 7 oldu. Personel gitti. Personel yetersizliğinden dolayı ifadenizi Feriköy Polis Amirliğinde vermeniz gerekiyor” diyerek aydınlattı bizi. Oysa aynı saatlerde Taksim meydanında hiç de personel sıkıntısı filan çekilmiyordu. Yaşadıklarımızı anlatırken 155’teki görevlinin polis göndermediğinden şikayet ettim. Sivil kıyafetli bir polisin yükselen sesinden gelen cevabı meselenin başka bir yüzünü gösterdi bize: “Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa’nın nasıl bir yer olduğunu bilmiyor musun? Oraya gidersen tabii ki bunları yaşarsın. Oraya araç göndermiyoruz.” Polise pusu kuruluyormuş o yüzden zırhlı araç yoksa çağrılara cevap verilmiyormuş. Başka bir yer olsa neyseymiş! En büyüğü  4.5 yaşında üç çocuğun bizi evde beklediğini hatırlattım görevliye. Polise pusu kurmak mı? Daha önce de aynı sebepten dolayı benden, evden ve çocuklarından uzaklaştırma alan eski eşin mağdur ettiği biz 3 kadın bir de arkadaşımın yaşadığı yerden dolayı ötekileştirip orada oturduğumuz ve misafirliğe gittiğimiz için azarlandık devletin resmi makamı tarafından.
    4 SAAT 4 KARAKOL
    Madem personel eksikti, Feriköy’e bizi polis götürmeli dedik ve sivil bir araçla karakola gittik. Kapıdaki en yetkiliye “İfade verebilmek için karakol karakol gezdik” diye derdimi anlatmaya başlamıştım ki  “İftar saatinde de burayı mı buldunuz” diye sözüm kesildi. Şaşırmadım çünkü daha önceki olayda da  “Hafta sonunu mu buldunuz gelecek” denmişti bana. Yani neymiş sevgili kadınlar 7’den sonra, hafta sonu ve iftar vaktinde şiddete maruz kalmamanız gerekiyormuş. Önce bir haritadan sokağımızı mahallemizi gösterdik, polis görev yetkisi dahilinde olduğuna ikna oldu. Tapu dairesinde değildik, şiddete uğramış 3 kadındık. Saat 17.30’da gerçekleşen olayın şikayet dilekçelerini verdiğimizde saat 22.00’yi çoktan geçmişti. İfademde polisin bu tutumunun mağduriyetimi artırdığını da vurguladım elbette. Devletin bırak bir önlem alıp harekete geçmesini, sesimizi duyması derdimizi anlaması için bile 4 saat geçmesi gerekmişti. Bu arada eski eş tarafından başka bir saldırıya uğrayıp uğramamız şansa kalmıştı. Erkek terörünün devlet terörüyle birleştiği nokta kadının yılgınlık noktası. Böyle böyle ölüyor, böyle böyle yılıyor kadınlar. Erkeğin yaptığını yanına bırakan bu baştan savmacı tavır bir sonraki adım için cesaret kaynağı değil de ne?

    YASA VAR AMA POLİSİN KEYFİYETİNE DİYECEK YOK
    6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Yasası’nın 4. ve 5. maddelerinin son fıkraları uyarınca polis, şiddete maruz kalan veya şiddet tehlikesi altına olan kadın ve varsa beraberindeki çocuklara şiddet uygulanmaması, şiddet uygulayanın yaklaştırılmaması tedbir kararını doğrudan alır. Yani polisin hakim ve-veya mülki amir tarafından verilmiş ‘‘bir tedbir kararı olmasa dahi doğrudan müdahale yetkisi’’ var. Şiddete maruz kalan veya şiddet görme tehlikesi altında olan kadın ve beraberindeki çocukların kalacak yerleri yoksa, polis hangi gün ve saat olursa olsun, kadın ve beraberindeki çocukları, güvenli, uygun bir sığınağa yerleştirme görevi ve yetkisine sahiptir. Polisin doğrudan aldığı bu yetki, şiddet uygulayanın veya şiddet uygulama tehdidinde bulunan kişinin, kadın ve çocuklardan uzaklaştırılması, hakaret ve sözlü şiddet uygulamamasını, hayati riskinin olduğu durumlarda geçici koruma tahsis edilmesini gerektirmektedir. Yeni yasanın uygulanmasında, polis şiddet nedeni ile başvuran kadınlara bir form doldurtmak zorunda. Mülki amir tarafından tedbir kararı alınması durumunda ilgili emniyet birimleri tarafından kadına yakın koruma tahsis edilmesi gerekiyor. (İzmir/EVRENSEL)
  • 7 Haziran 2013 Cuma

    Yeni bir Türkiye kurulurken

    Eylem sürecinde AKP ortaya çıkan krizi yönetememiş, polisiye önlemlerle eylemleri bastırmanın klasik yolunu seçmiş; ancak yüz binlerce insan bu hamleyi boşa çıkarmıştır.

    Taksim Gezi Parkı eylemleri Türkiye tarihinin en heterojen, katılımcı, çoğulcu ve dayanışmacı eylemi olarak tarihe geçmiştir. Türkiye bu denli kapsayıcı, kendiliğindenci, örgütsüz ve planlanmamış bir eyleme daha tanıklık etmemiştir.
    Bu eylemlerin hem Türkiye politik atmosferine, aktörlerine ve onların hegemonya mücadelesine içkin hem de bunlara aşkın; yani egemen neo-liberal düzene karşı bir nitelik taşıdığını vurgulamak gerekir. Türkiye özelinde AKP ’nin giderek artan despotik ve otoriteryan yaklaşımı derin bir dip dalgasının oluşmasına neden olmuştur. Başbakan’ın gündelik yaşama sürekli müdahale etmesi, toplumun belli kesiminde ciddi rahatsızlıklar yaratmıştır. Bu durumun giderek bir ‘proje’ ve ‘gizli ajanda’nın adım adım uygulaması biçiminde kavranmasına, derin endişelerin oluşmasına kaynaklık etmiştir. Tam da bu noktada modernitenin anlam ve deneyim dünyası kendisini hissettirmeye başlamış ve bir karşı çıkış kendiliğinden örgütlenmiştir. Bunu biraz detaylandırırsak; Türkiye’de, cumhuriyet ve demokrasinin azımsanmayacak bir yerleşikliği, onun yarattığı bir değerler sistemi ve deneyimi bulunmaktadır. Bir diğer husus, Türkiye’de genç kuşak, modern dünya ile yoğun bir etkileşim içindedir ve süregelen eylemler içinde yer alan gençlik kendisini modern dünya içinde konumlandırmaktadır. Gençler bu konumlanma içindeyken AKP’nin Ortadoğu politikası ve giderek ‘Sünni Ortodoks’ kamp içine sürüklenmesi toplumun önemli bir kesiminde medeni dünyadan kopma endişesi yaratmıştır. Medeni dünyadan kopmak genç kuşak için bildiği ve içselleştirdiği özgür ve demokratik ortamdan kopma anlamına gelmektedir. Örneğin AKP hükümetinin zaman zaman interneti kontrol etme çabası bu kuşakta çok ciddi bir tedirginlik yaratmaktadır. AKP’nin gözetim ve denetim konusundaki ısrarı Foucault’nun Panopticon’u çözümlerken dile getirdiği hareketi ve düşünceyi kontrol etme stratejilerinin yoğun bir biçimde devreye sokulması anlamını taşımaktadır. Bu, genç kuşak için geleceğin karartılması demektir.

    Dayatmacılığın reddi

    Gündelik yaşama bu denli ısrarcı ve dayatmacı yaklaşım ve de Başbakan’ın üslubu artık geri dönüşü olmayan bir sürece müdahalenin zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henri Lefebvre’nin modern yaşamı gündelik pratikler, üslup ve yaşam biçimi üzerinden tanımlaması ve artık toplumsal ve siyasal mücadelelerin bu düzlemde cereyan edeceğini söylemesi Taksim Gezi Parkı eylemleriyle doğrulanmıştır. Genç kuşak, gündelik yaşamın bir mücadele alanı olduğunu ve AKP’nin gündelik yaşamı dönüştürme stratejileri izlediğini kavramış ve bu çerçevede bir karşı müdahalede bulunmuştur. Cemil Meriç’in “Oysa medeniyet üslûp demektir” sözü aslında iktidarın üslubunun medeniyetle büyük bir çelişki içinde olduğunun ve her kesimden insanın bu buyurgan, otoriter ve dayatmacı üsluptan rahatsızlığının özlü bir ifadesidir. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin Duyuru adlı çalışmalarında yaptıkları tespit, bu tür eylemlerin neo-liberal ve tüketime dayalı kimliksizleştirmeye de bir tepki olarak yeni öznelliklerin ortaya çıkmasına neden olduğunu göstermektedir. Taksim Gezi Parkı eylemi Türkiye’de yeni öznelliklerin ortaya çıkmasına imkân tanıyan bir eylem olmuştur.
    31 Mayıs Cuma akşamı İstiklal’e vardığımızda ilk göze çarpan, katılanların % 90’ının genç bir kitleden oluştuğuydu. Bunun yanı sıra her partiden, politik hareketten, sivil toplum örgütünden, sendikalardan, taraftar gruplarından insanlar bir aradaydı. Kitlenin partiler üstü tavrı açık bir biçimde görülüyordu. Hem eylem öncesi hem de eylem sırasında sosyal medyanın sürekli ve etkin bir biçimde kullanılması yeni bir medya alanının oluşmasına imkân tanımıştı. Emma Goldman’ın dile getirdiği “Dans edemediğim devrim devrim değildir” şiarıyla hareket eden ve sürekli eğlenen büyük bir kitle yeni bir devrimci ruh taşıyordu. Bu ruh, atılan sloganlarda, duvar yazılarındaki mizahta kendisini gösteriyordu.

    Sosyal medyanın gücü

    Bu eylem, pratiğin devrimci karakterini ortaya koymuş, ezberleri bozmuş ve bütün kurum ve söylemleri yapı-söküme uğratmıştır. Eylem sürecinde AKP ortaya çıkan krizi yönetememiş, polisiye önlemlerle eylemleri bastırmanın klasik yolunu seçmiş; ancak yüz binlerce insan bu hamleyi boşa çıkarmıştır. Dolayısıyla AKP bu sürecin kaybedenidir.
    Bu eylem sürecinin ikinci kaybedeni, ana akım medya olmuştur. Milyonlara varan bir eylem kitlesini yok saymak hem iktidar hem de medya açısından bir körlüktür. Bütün dünya televizyonlarının canlı verdiği bir büyük protesto günlerce görmezlikten gelinmiş ve medya tarihinin en büyük yarasını almıştır. Bu durumun en önemli sonucu insanların kendi medyalarını yaratmasıdır. Sosyal medya her türlü haberin yapıldığı, dolaşıma sokulduğu ve paylaşıldığı bir mecra haline gelmiştir.
    Bu eylem, bir araya gelmesi mümkün olmayan her ideolojik pozisyondan insanı bir araya getirmiştir. Bu, demokrasi ve eşit yurttaşlık hukuku açısından bir büyük toplumsal uzlaşmanın zeminini yaratmıştır. Bu açıdan eylem bütün ülke için bir kazanımdır.
    Bu eylem, Türkiye toplumu tarihinde ilk defa bu büyüklükte bir demokratik olgunluğu, dayanışmayı ve ortaklaşmayı hayata geçirmiştir. Bu bir anlamda Türkiye toplumunun ulus olma vasfına, diğer yandan Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği ‘ergin olmama halinden kurtulma’ cevabında olduğu gibi ‘kendi aklını kullanma cesareti’ne kavuşmasıdır. Kısacası bu eylem Türkiye için yeni bir aydınlanma sürecidir.
    Bu eylem, halkın yeni ve başka türlü bir Türkiye ve yönetim hayalinin somut istencidir. Olgunlaşmış, kimlik ve kişilik kazanmış bir toplumun rüştünü ispatlamasıdır. Dolayısıyla bu ülke artık bir baba figürü, bir başöğretmen ve bir kurtarıcı istememekte ve beklememektedir. Kimsenin kendisi adına karar vermesini talep etmemektedir. Kendi yaşamını ilgilendiren kararlara katılmayı arzulamaktadır. Artık katı bir hiyerarşi değil yatay bir ilişkisellik istemektedir. Bu, kısa bir zaman içerisinde orta sınıfların zihinsel dönüşümünün ne kadar derinleştiğinin de bir kanıtıdır. Bu eylem yeni bir ülke ve yeni bir toplum için cesaretle, korku duvarlarını yıkarak atılmış bir adım ve büyük bir eşiği atlama sürecinin başlangıcıdır. Ve yeni bir kuşağın irade beyanıdır.
    Bugünden sonra siyasal yapı ve aktörler bu yeni kuşağı, eylemlilikleri, talep ve istemleri çözümleyerek yoluna devam edebilirler. Aksi halde eylemi ve dip dalgasını tahmin etmedikleri gibi tasfiye olduklarını da fark etmeyeceklerdir.
    Radikal

    20 Mayıs 2013 Pazartesi

    GDO'lu pirinç İTÜ'yü pes ettirdi!

     
     
    Mersin Limanı'na getirilen 23 bin ton pirinçte GDO bulunup bulunmadığına yönelik soruşturmada analizde görevlendirilen İTÜ Rektörlüğü çalışmadan çekildiklerini açıkladı 
      ABD 'den ithal edilen ve Mersin Limanı'na getirilen 23 bin ton pirinçte Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) bulunup bulunmadığına yönelik soruşturmada analizde görevlendirilen İstanbul Teknik Üniversitesi'nin (İTÜ) Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca, Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderdiği yazıda bu çalışmadan çekildiklerini bildirdi.
    Rektör Karaca, soruşturmayı yürüten savcılığın pirinç numunesi ulaştırdığı İTÜ Moleküler Biyoloji-Genetik ve Biyoteknoloji Araştırma Merkezi Müdürü (MOBGAM) Yrd. Doç. Dr. Alper Tunga Akarsubaşı'nın konuyla ilgili gayri resmi olarak üniversiteyle ilgisi bulunmayan Dr. Mustafa Kolukuruk'u görevlendirdiğinin anlaşıldığını belirtti. Rektör Karaca, MOBGAM'ın hazırladığı 'GDO vardır' yönündeki raporlara karşı noter kanalıyla gönderilen itiraz ihtarnameleri üzerine 5 profesörün inceleme yaptığını, raporların teknik hatalarla dolu olduğunu ve bilimsel gerçeklerin çarpıtıldığını ifade etti. Rektör Karaca, "Kamuoyunda daha fazla yıpratılmaması amacıyla analiz görevinden üniversite olarak affımızı talep ediyoruz" dedi.

    RAPORLAR BÜYÜTEÇ ALTINA ALINDI

    İTÜ Moleküler Biyoloji-Genetik ve Biyoteknoloji Araştırma Merkezi'nin (MOBGAM) 'GDO vardır' yönündeki raporlarına olayın taraflarından Tat Bakliyat Memişoğlu'nun Avukatı Hulki Özel itiraz etti. Firmanın avukatı mayıs ayında Mersin 6'ncı Noterliği aracılığıyla İTÜ Rektörlüğü'ne iki ayrı itiraz ihtarı gönderdi. Bunun üzerine harekete geçen İTÜ Rektörlüğü konusunda uzman 5 profesörden bilirkişi heyeti oluşturup, iç bünyede soruşturma başlattı. Bu bilirkişi heyeti 'Pirinç analizlerine istinaden verilen raporların değerlendirilmesi' başlıklı 7 sayfalık rapor hazırladı.

    'BİLİMSEL GERÇEKLER ÇARPITILDI'

    Bu raporda, ilk rapor reddedilip, şu tespitlere yer verildi: "Raporda imzaları bulunan yetkililer ve bilirkişiler, her pirinçte doğal olarak bulunan (endojen) standart pirinç referans genlerine dayanarak, numuneleri GDO'lu pirinçler olarak tanımlamışlardır. Raporda belirtilen analizlerde, kullanılan Phopholipase D ve GOS9 genleri, sadece ve sadece pirinçlerin 'pirinç olduğunu' tanımlamakta, pirinçlerin Transgenik/GDO olduğuna dair en ufak bir bilgi vermemektedir. Bu tartışılamaz, şüphe getirmez bir bilimsel gerçek olmakla birlikte, raporda imzaları bulunan yetkili ve bilirkişiler, verdikleri raporda da esas aldıklarını ifade ettikleri EU Reference Laboratory of GM Food And Feed'in önerdiği referans yöntemlerde de Phopholipase D ve GOS9 genlerinin sadece internal kontrol referans gen olarak kullanılması gerektiği açıkça belirtildiği halde, bunu tamamen göz ardı ederek, en temel ifadesi ile deneylerin prosedür olarak çalıştığının doğrulanması için kullanılan, kontrol genlerinin mevcudiyetini, var olduklarına bilimsel olmayan bir şekilde inandıkları transgenik GDO'lu pirinçlerin mevcudiyetini ispat için kullanmışlardır. Bu yaklaşım bilimsel olmaktan da öte, bilimsel gerçekleri çarpıtır ve kamuoyunu yanıltır nitelikte, ayrıca yargının yanlış yönlendirmesine sebebiyet verebilecek mahiyettedir. Bütün bilimsel veri eksikliğine rağmen, analizi yapılan pirinç ve çeltik örneklerinde ABD kökenli LLRice601, Çin kökenli Bt63 ırklarının bir arada olduğunun söylenmesi bilimsellikten çok uzak bir yaklaşımdır."

    'ÇARPITILMAYA DEVAM EDİLDİ' Mersin Cumhuriyet Savcılığı'na gönderilen yazıda, ikinci raporun da aynı paralelde olduğu, bilimsel gerçekleri çarpıtan, kamuoyunu yanıltacak, yargının yanlış yönlendirilmesine sebebiyet verecek maliyetteki iki rapordaki hatanın sorumluluğunu almak yerine, son olarak yeni bir rapor düzenlenip, taraflı çabalarla, bilimsel gerçeklerin çarpıtılmaya devam edildiği bildirildi.
    Profesörlerden oluşan bilirkişi heyetinin değerlendirmesinin son bölümünde, "Verilen tüm raporlarda sunulan mevcut deneysel veriler ışığında pirinçlerin ne GDO'lu, ne de GDO'suz olduğunu söylemek, veya başka bitkilerden bir kontaminasyon olup olmadığını bilimsel bir şekilde söylemek mümkün değildir. Sadece primlerle değil, problar kullanarak daha hassas ölçümlerin ve bulaşma ihtimallerinin de deney kurgusu içerisine konularak yapılması gerekmektedir" denildi.
    İTÜ Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca da, bilirkişilerin değerlendirmelerine yer verdiği yazıyı Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderip, "Kamuoyunda daha fazla yıpratılmaması amacıyla analiz görevinden üniversite olarak affımızı talep ediyoruz" diyerek bu çalışmadan çekildiklerini bildirdi.

    7 SANIK İÇİN 5-12 YIL HAPİS İSTEMİYLE DAVA AÇILDI GDO'lu pirinç ithalatı iddiasıyla ilgili Tat Bakliyat Memişoğlu, Gözde Tarım ve Tiryaki Argo şirketleri hakkında soruşturma başlatılmıştı. Bu firmalarda görevli 7 kişi tutuklanmış, daha sonra yapılan itirazlar üzerine tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Olayla ilgili hazırlanan ve Mersin 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesinde kabul edilen iddianamede 'Teselsülen Biyogüvenlik Kanunu'na muhalefet etmek' suçundan 7 sanık hakkında 5-12 yıl arasında değişen sürelerle hapis cezası istenmişti.
    Radikal

    21 Mart 2013 Perşembe

    Kazdağları pınarlarından zehir akacak



     yapılmak istenen altın işletmeciliği daha üretim aşamasına gelmeden yöredeki zehirli etkisini gösteriyor. Karaköy köyü yakınlarında maden sondajından kaynaklı kirliliğin yer altı sularını ve dereleri kirletip Bayramiç Barajı’na karıştığının tespit edilmesinin ardından,  Muratlar köyünün içme sularına da ‘içilemez’ raporu verildi.

    Geçtiğimiz hafta içerisinde Bayramiç Karaköy ile Çan’ın Kızılelma köyü arasında bulunan altın madeni sondaj alanındaki sondaj göletinde meydana gelen sızmanın ardından yöredeki dereler beyaz renkte akmaya başladı. Sızan madde yer altı suları ve bölgedeki Kırma Deresi’ne, oradan da Bayramiç Barajına karıştı. Karaköy’ün içme ve kullanma sularını da etkileyen kirliliğe karşı köylülerin maden alanına yürümeleri jandarma ve köy muhtarı tarafından engellendi. Bayramiç Belediye Başkanı İsmail Sakin Tuncer, altın madeni  sondajından kaynaklı kirliliğin Bayramiç Barajı’na aktığını belirterek, sulardan aldıkları numunelerin sonuçlarını beklediklerini söyledi.
    ‘BİZE DAĞI YASAKLAYANLAR’
    Karaköy köylülerinden üç gencin, maden sondajlarına tepki göstermesinin ardından sondaj alanına çıkmaları Çan Cumhuriyet Savcılığının talebi üzerine yasaklanmış, madenci şirket gençler hakkında 7 bin 500 liralık tazminat davası açmıştı. Sulardaki kirliliğin ardından Karaköylüler Çan Savcılığını göreve çağırarak, “Bize dağımıza çıkmayı yasaklamışlardı. Savcılık bu kirliliğin sorumluları için de soruşturma başlatacak mı” diye sordu.

    Öte yandan yine Bayramiç’e bağlı Muratlar köyü içme sularından alınan su numunelerinde epiklorohidrin ve alüminyum oranlarının izin verilen limitlerin çok üzerinde çıkması üzerine sulara ‘İçilemez’ raporu verildi. Bursa İl Halk Sağlığı Müdürlüğü tarafından verilen raporda, Muratlar köylüsü Raşit Akıncı’nın evinden 25.09.2012 tarihinde alınan su numunesinde epiklorohidrin maddesiyle birlikte birçok parametrenin limitlerin çok üzerinde olduğu tespit edildi. Yine aynı numunede alüminyum oranının da limitlerin 11 katından fazla olduğu belirtiliyor.

    Epiklorohidrin maddesi, Sağlık Bakanlığı ve Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) listesinde orta dereceli, gırtlak ve mide kanserine neden olan bir madde olarak tanımlanıyor.  Çanakkale Halk Sağlığı Müdürlüğünün Bayramiç Toplum Sağlığı Merkezine gönderdiği “Köylerin içme ve kullanma suyu” konulu yazısında Türkmeneli köyünün içme sularının mikrobiyolojik, Muratlar köyünün ise kimyasal sonuçlara göre uygun olmadığı belirtiliyor. Halk Sağlığı Müdürü Dr. Burhan Kütük imzalı raporda “Muratlar köyünün ise 200 mg/L olması gereken alüminyum miktarının 2511 mg/L olduğu tespiti ile uygunsuz olduğu görülmektedir” deniyor.
    KÖYLERDE DAMACANA SU KAMYONLARI
    Muratlar köyünde eylül ayında alınan bu numunelerin ardından aralık ayında alınan ikinci numunelerde alüminyum değerinin yine limitlerin üstünde olduğu belirlenirken ne hikmetse bir önceki numunede yüksek olduğu tespit edilen kanserojen epiklorohidrin maddesine ise bakılmamış! Bayramiç Toplum Sağlığı Merkezine gönderilen raporla ilgili üst yazıda köyün içme sularındaki alüminyum miktarındaki uygunsuzluğun devam ettiği dile getiriliyor.
    Konuyla ilişkin görüştüğümüz köylüler ise kendilerine herhangi bir bilgi verilmediğini, köy şebekesinin suyunu kullanmadıklarını belirterek, “Artık köyümüze kamyonlarla damacana su satılıyor” dediler.

    DENETLEMEYE GELENLERİN YAPTIĞINA BAKIN!
    Karaköy köyü derelerindeki kirliliğin tespiti için Çanakkale’den gelen Çevre İl Müdürlüğü ekiplerinin numune alım işleminin ardından altın madeninin yetkilileri ile Bayramiç’te yemek yemeleri tepkiyle karşılandı. Çanakkale Çevre Platformu Sözcüsü Hicri Nalbant kamu görevlilerinin bu tür işleri yaparken dikkatli olmaları gerektiğini kaydederek, “Bu kişilerin aldığı numune sonuçları artık tartışmalıdır” dedi. Nalbant, Karaköy’deki kirliliğin tespitinin ardından maden hakkında tazminat davası açacaklarını da sözlerine ekledi. (Çanakkale/EVRENSEL)

    18 Mart 2013 Pazartesi

    Dünya konusunda bilinmeyenler



    692 yılında, Edmond Halley (kuyrukluyıldızı ile ünlü) Dünya’nın içinin oyuk olduğu yönünde bir öneride bulundu. Halley’e göre, üzerinde yaşadığımız dış kabuğun altında eşmerkezli iki kabuk ile yaklaşık Merkür gezegeni büyüklüğünde bir çekirdek vardı ve bunların tümü ışık saçan bir gazın içinde yüzmekteydi.

    • Halley yeryüzünün altındaki bu iki kabuğun üzerinde canlıların yaşıyor olabileceğini bile düşünmüştü. Halley’in bu düşüncesinden yola çıkan Jules Verne, Dünyanın Merkezine Yolculuk adlı romanında bu konuyu irdeledi.

    •Halley, en azından, gezegen büyüklüğündeki çekirdek konusunda haklıydı. Dünya’nın merkezinde genişliği 6000 kilometreyi aşkın-gerçekte Merkür’den büyük- ve demir içeriği açısından son derece zengin bir küre yer alıyor.

    Çekirdeğin dış kesimi erimiş durumdadır. İç çekirdek ise, gezegenin geri kalan bölümünden bağımsız olarak sürekli dönen katı bir metal kütleden oluşmaktadır.

    •İç çekirdekten geçen deprem dalgaları kuzey-güney doğrultusunda, doğu-batı yönüne kıyasla, daha hızlı yol alırlar. Bir kuram: İç çekirdek Dünya’nın kutuplarıyla aynı hizada yer alan metalik kristallerden oluşur ve dalgalar bu akışa ayak uydurduklarında daha hızlı yol alırlar.

    •İç çekirdek neredeyse güneşin yüzeyi denli sıcaktır ve oralarda basınç yüzeydekinin 3 milyon katı kadardır.

    •Dünya’nın katı ve sıvı çekirdekleri hep birlikte- güneşten yayılan ve saniyede yaklaşık 400 kilometre hızla hiç durmaksızın yol alan elektrik yüklü parçacıklardan oluşan- güneş rüzgârını atmosferimizde tutan manyetik alanı oluştururlar.

    •Wisconsin Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı 500.000 derece plazmayı son derece sağlam duvarları olan 3 metre genişliğindeki aluminyum bir kürenin içine doldurmak suretiyle Dünya’nın manyetik alanının minik bir örneğini oluşturmaya çalışıyor. Bu kürenin içindeki akımların dış çekirdekteki akımların bir benzeri olması bekleniyor.

    •İnsan teknolojisiyle bugüne dek ulaşılan en derin nokta, soğuk savaş döneminde yaşanan uzayın derinliklerine inme yarışının bir sonucu olan, Rusya’da Murmansk yakınlarındaki Kola Süper Derin Sondaj Kuyusu’dur.

    •Dünya yüzeyinin yaklaşık 4 kilometre altındaki boşluklarda ve altın madeni çatlaklarında bakterilere tanık olundu. Bu bakteriler hidrojen ve sülfatlarla besleniyorlar; temel enerji kaynaklarını güneş değil, ışınım oluşturuyor.

    •Massachusetts Üniversitesi mikrobiyoloji uzmanlarından James Holden gezegenimizin derinliklerindeki dirim kütlenin yeryüzünde yaşayan tüm canlılarinkine denk bir ağırlıkta olabileceğine inanıyor.

    •NASA araştırmacılarına göre Mars gezegeninin derinliklerdeki benzer bir sıcak biyokürede, gözlerden uzak bir yerlerde yaşam belirtileri ortaya çıkabilir.

    •Çekirdekte bile, değişim kaçınılmaz. İlkel mıknatıslanma verilerini inceleyen John Hopkins Üniversitesi yerbilim uzmanları Dünya çekirdeğinin doğu ve batı yarısının nöbetleşe büyüyüp eridiğine dikkat çekiyorlar.

    •Dünya çekim alanı ekseninin eğik olması, daha birkaç yerbilimsel dönem önce batıya kayarken bugünlerde doğuya kayıyor olması da bu yüzden olabilir.

    •Johns Hopkins’li araştırmacılar eksenin büyüyen yarıya demir attığını düşünüyorlar. Bu da gezegenimizin manyetik alanında tersine dönüşlerin yaşandığı, kuzey ve güney kutuplarının yer değiştirdiği, garip geçmişine ışık tutabilir.

    •Manyetik alanla ilgili bu tür gariplikler erimiş çekirdekle onun üzerini örten manto arasındaki sınırda yaşanan karmaşayla da açıklanabilir.

    •Berkeley Üniversitesi fizikçilerinden Richard Muller iç çekirdekten dışarıya püskürtülen oksijen, silikon ve kükürdün çekirdek-manto sınırına yükseldiğini, bunların hep birlikte sıcak ve çamurlu tepeciklere dönüştüğünü belirtiyor. Bu tepeciklerden biri, arada sırada, mantonun üzerine şiddetle yuvarlanarak ısıyayım sürecinin hızlanmasına ve manyetik alandaki dengenin bozulmasına neden olabiliyor.

    •Azalt, yeniden kullan, geri dönüştür. Levha tektoniğindeki ağır dalgalanmalar kabuğun içe doğru çekilmesine neden olur. Burada herhangi bir bitki ve hayvan yaşamı tuzağa düşürülüp, pişirilir. Organik malzemeler zamanla lavlar ve aralarında atmosferi ısıtan karbondioksidin de olduğu volkanik gazlarla yeniden yüzeye dönerler.

    •Bu tür bir çevrimin yanı sıra, çekirdeğin oluşturduğu koruyucu manyetik alan gezegenimizin yaşamın sürmesine olanak veren en uygun sıcaklıkta tutulmasını sağlar.

    •Sıcaklığın gece gündüz 480 derece dolaylarında olduğu Venüs gezegenine bir bakın. Gezegenimizin huzursuz iç kesimleri olmasa, bizler de öyle olabilirdik.

    Rita Urgan, Kaynak Discover

    9 Mart 2013 Cumartesi

    Kadınlar her yerde; talepleriyle!



    Kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Türkiye'nin her yerinde talepleriyle meydanları doldurdu.
    Kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Türkiye'nin her yerinde talepleriyle meydanları doldurdu.
    Ankara da bu merkezlerden biriydi. Başkentte 8 Mart’ın ücretli izin günü kabul edilmesi, barış ve özgürlük, öne çıkan talepler oldu.
    Ankara’da 8 Mart her yıl olduğu gibi Kolej Meydanı’nda başladı. Meydanda buluşan kadınlar, Ziya Gökalp Caddesi boyunca yürüyüşe geçti. Rengarenk kıyafetleri, sayısız dövizleri ve sloganları ile kadınlar, Kızılay’da son bulan caddeyi baştan sona kuşattı. Ankara Kadın Platformu’nun öncülüğünde yapılan mitingde ana pankart ise en temel talebi yansıttı: “Tacize, kadın katliamlarına, tecavüze, erkek egemenliğine karşı, özgürlük ve barış için yürüyoruz”
    ‘ŞİDDETİ VE SÖMÜRÜYÜ KADINLAR DURDURACAK’
    İşçi, sendikacı, siyasetçi, akademisyen, ev kadını, üniversiteli, feminist, sosyalist kadınların yanı sıra trans bireyler de “şiddete son” dedi. Caddeleri dolduran kadınlar, başta ayrımcı ve hakarete varan söylemlerde bulunan Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve kadınlardan “3 çocuk” talep ederek, kadını eve hapseden politikalarını sık sık vurgulayan Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti hedef aldılar. Ev kadınları da sosyal güvence taleplerini hazırladıkları dövizlerine yansıttı.
    Kürt kadınları yöresel kıyafetleri ile alandaydı. Paris’te katledilen Kürt kadınlarının resimlerini ve “Rosalardan Sakine Cansız’lara sözünüz, sözümüz; yolunuz yolumuzdur” yazılı pankart taşıdılar. DİSK, KESK, TTB, TMMOB’li kadınlar da, odalar ve sendikalara yönelik AKP hükümetinin baskıcı ve yok etme çabasına karşı tepki gösterdi.
    MAĞDUR İLE SALDIRGANA EŞİT HİZMET!
    Ortak açıklamayı okuyan Tuğba Özcan, Hindistan’da toplu tecavüz ve cinayetleri, ırkçı söylemleri, Ermeni kadınlara yönelik linç girişimini, Paris’te 3 Kürt kadın siyasetçinin katledilişini, Suriyeli kadınların durumunu ve Mısırlı kadınların taciz isyanını hatırlattı. Özcan,  Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Şahin’in, “Aile bakanıyım. Aile erkek, kadın ve çocuktan oluşuyor” sözünü hatırlatarak, “Kadınları ‘kelebek’ olarak gören anlayış, merkezlere ‘koza’ adını vermiş ve şiddet gören kadınla ona şiddet uygulayan erkeklere aynı merkezde hizmet vermeye başlamıştır” dedi.
    Özcan, KCK adı altında tutuklanan KESK’li kadınların mücadelesini kendi mücadeleleri olarak gördüklerini belirterek, 8 Mart’ın ücretli izin günü ilan edilmesi gerektiğine dikkat çekti. Açıklamanın Kürtçesini de Mahabad Akın okudu. (Ankara/EVRENSEL)

    İZMİR: GÜVENCELİ, EŞİT VE ŞİDDETSİZ BİR YAŞAM İÇİN
    KESK İzmir Kadın Platformu, güvenceli iş, güvenceli gelecek talebiyle, kadına yönelik şiddete ve savaşa karşı hizmet üretmeyerek alanlara çıktı. DİSK, TMMOB ve TTB’nin de katılımıyla Konak YKM önünde toplanan kadınlar, davul-zurna eşliğinde sloganlarla Konak Eski Sümerbank önüne yürüdü. Ortaklaşa okunulan basın metninde, esnek-güvencesiz, kayıt dışı çalıştırmaya son verilmesi, kadın istihdamının önündeki engellerin kaldırılması talepleri ifade edildi. Ülkede halkların özgürce bir arada yaşadığı barış koşullarının yaratılması istendi.
    Öte yandan alanda bulunan bir kadın mikrofonu eline alıp yüzünü gizleyerek, kadın sığınma evinde kaldığını, iki kere boşanma davası açtığını, iki kız çocuğunun bulunduğunu, eşinin uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve çocuklarının yaşamından ve geleceğinden endişe ettiğini, kendisinin de korktuğunu, çaresiz kaldığını haykırarak dile getirdi.
    HASTANEDE AÇIKLAMA
    Buca Seyfi Demirsoy Hastanesinde çalışan kadın sağlık emekçileri de, 8 Mart dolayısıyla hastane konferans salonunda bir araya geldi. Ege Üniversitesinde okuyan kadın öğrenciler de, Edebiyat fakültesi önünde bir araya gelerek, her alanda artan şiddete dikkat çekti.
    FABRİKADA KUTLADILAR
    Çiğli Atatürk Organize Sanayi Bölgesinde geçtiğimiz sene sendikalaşan Roteks Tekstil fabrikasındaki kadın işçiler de 8 Mart’ı kutladı. İşyeri temsilcilerinin de bulunduğu, öğle arasında yapılan kutlamada TEKSİF Sendikası İzmir Temsilcisi Faruk Aksoy, 8 Mart’ın tarihçesinden bahsettikten sonra tüm kadın işçilerin emekçi kadınlar günü’nü kutladı. 13 yıllık Roteks işçisi olan Fadime Aydın bu sene 8 Mart ile ilgili “Kadınlar her zaman en iyiye layıklar.” diyerek hiçbir kadının şiddet görmemesi gerektiğini belirtti. 15 yıllık işçi Gülizar Kaya ise huzur ve mutluluk istediğini belirterek “barış” çağrısında bulundu. (İzmir/EVRENSEL)

    ADANA: KADIN VE EŞİTLİK BAKANLIĞI TALEBİ
    Adana’da KESK’li Kadınlar, 8 Mart nedeniyle bir açıklama yaptı. Açıklamayı okuyan SES Şube Kadın Sekreteri Gülistan Atasoy, kadın kimliğini reddeden, eril, iktidarını her gün yeniden üretmek için kurguladığı aile içine hapseden  “fedakar anne, iffetli eş ve sigortasız işçi” haline getiren AKP politikalarına karşı sözlerini söylemek için bir araya geldiklerini belirtti. Atasoy, “Eril kavramlar olan militarizm, ırkçılık ve milliyetçiliğin kendini var ettiği ekonomik ve seyasal temel, kadın düşmanlığını üretmekte, silahlanma politikaları kadınlara kan, gözyaşı, acı ve tecavüz olarak yansımaktadır” dedi.
    8 Mart’ın resmi tatil olmasını istediklerini ifade den Atasoy, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının kaldırılıp, Kadın ve Eşitlik Bakanlığının kurulmasını, savaşın en çok kadınları etkilediği bilinciyle barışın bir an önce sağlanmasını, ev işçisi kadınların emeklerinin görünür kılınmasını, ücretsiz kreşler istediklerini söyledi. (Adana/EVRENSEL)

    KAYSERİ: TENCERELER VE KARANFİLLERLE YÜRÜDÜLER
    Kayseri’de Emek ve Demokrasi Güçleri, 8 Mart yürüyüşü gerçekleştirdi. “Yaşasın 8 Mart” pankartı arkasında Sivas Caddesi boyunca yürüyen kadınlar, ellerinde tencere ve tavalarla, ağızlarında marş ve sloganlarla renkli bir eylem yaptı. KESK bileşenlerinin karanfil dağıttığı eylemde sık sık “Eşit işe eşit ücret, kadınlar artık susmayacaklar, cinsel ulusal sınıfsal sömürüye son” sloganları atıldı.
    KESK ve DİSK’e bağlı sendikalar, CHP, Emek Partisi ve HDK bileşenlerinin katıldığı eylemde konuşan Eğitim Sen Kadın Sekreteri Serap Yiğit Polat, Kayseri’de de kadınların yüzde 60’ının sigortasız çalıştırıldığını kaydederek, “Kayseri’de işçi kadınlar eşit işe eşitsiz ücret alıyorlar. Sömürü çarkları arasında alın terleri ve emekleriyle birlikte, umutları gelecekleri ve çocuk yaşta bedenleri öğütülüyor” dedi. Savaşın en ağır yükünü de kadınların çektiğini ifade eden Polat, barışı, eşit işe eşit ücreti, şiddete karşı birliği savunmaya devam edeceklerini söyledi.   (Kayseri/EVRENSEL)

    İSTANBUL: ŞİDDETE UĞRAYAN KADINDAN ÇAĞRI
    SES Aksaray Şubesi ve Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve  Dayanışma Derneği (TAŞ-İŞ DER) üyesi sağlık emekçileri 8 Mart’ı kutladı. İstanbul Tıp Fakültesi Monoblok önündeki basın açıklamasında konuşan TAŞ-İŞ DER Başkan Yardımcısı Güneş Cengiz, “Bizler mücadele ederek birçok hakkımızı aldık ve almaya da devam edeceğiz” dedi. SES Aksaray Kadın Sekreteri Nurgül Gider de, sağlık politikalarından en çok kadın emekçilerin zarar gördüğünü dile getirdi.
    Eylemde bir hasta yakını da konuştu. Eşinden şiddet gördüğünü açıklayan Gülfidan K., savcılıktan beş yıl koruma kararı çıkarttığını ifade etti. Eşine boyun eğmediğini dile getiren Gülfidan K., kadına yönelik şiddete karşı mücadele çağrısı yaptı.
    İstanbul Avcılar’da da Halkların Demokratik Kongresinin çağrısıyla oluşturulan kadın platformu basın açıklaması yaptı.  Açıklamaya ÖDP ve Halkevleri de katıldı. Kadınların, kapitalizme, erkek egemen sisteme, güvencesizliğe, muhafazakarlaşmaya, şiddete ve sömürüye karşı bir araya geldiği yürüyüşte kadına yönelik şiddetteki artışa vurgu yapıldı. (İSTANBUL)

    KOCAELİ: KADINLAR YASAĞI DİNLEMEDİ
    Kocaeli Kadın Platformu üyesi kadınlar, Valiliğin yasaklama kararına rağmen İnsan Hakları parkına yürüdü. Yürüyüşün ardından İnsan Hakları Parkında Kocaeli Kadın Platformu adına basın açıklaması yapan Eğitim Sen Kadın Sekreteri Aysun Türkdönmez, “Kararlı duruşumuz nedeniyle Valilik geri adım atmıştır” dedi. Kadına yönelik şiddetin son bulması, savaşsız, sömürüsüz bir dünya için mücadelelerini sürdüreceklerini söyleyen Türkdönmez, “Biz kadınlar kapitalist sisteme erkek egemenliğine ve bunların birleşik sonuçları çifte sömürüye ve ezilmişliğe bir kez daha hayır diyoruz”  şeklinde konuştu. (Kocaeli/EVRENSEL)

    ANTALYA: CİNSİYETÇİ ÜNİVERSİTE İSTEMİYORUZ Kadın akademisyen, personel ve öğrencilerin üniversite kampüsü içerisinde baskıcı, gerici ve cinsiyetçi uygulamalara maruz kaldıklarını belirten Akdeniz Üniversiteli Kadınlar Platformu, “Cinsiyetçi eğitim istemiyoruz” diyerek yürüyüş düzenledi.
    Her alanda barış ve demokrasi mücadelesini de sürdüreceklerini duyuran üniversiteli kadınlar, Akdeniz Üniversitesi Kampüsü Rektörlük Binası önünde bir araya gelerek,  “Kadın, yaşam, özgürlük” ve “Susma haykır, tacize hayır” sloganları ile Olbia Çarşısı’na yürüdü.
    Burada basın açıklamasını okuyan Duygu Yeşil, üniversitelerde cinsel tacizi önleme komisyonlarının kurulması, kampüs içerisinde aydınlatmaların yeterli hale getirilmesi ve ana dilde eğitim verilmesi gerektiğini söyledi. Yeşil, “Üniversitelerdeki gerici öğretim elemanlarının cinsiyetçi söylemleri, akademik kadrolardaki erkek egemenliği, Kürt üniversiteli kadınların kampüs içerisinde yaşadıkları baskıya karşı mücadele etmeyi sürdüreceğiz” diye konuştu.
    Eylem, Cumartesi Annelerine ithafen yapılan tiyatro gösterisi ve müzik dinletisi ardından sona erdi. (Antalya/EVRENSEL)

    DENİZLİ: KADINLARA SALDIRI
    Denizli’de KESK, siyasi partiler ve kadın örgütlerinin 8 Mart yürüyüşüne polis saldırdı. Candan Parkı’nda toplanan ve ilk olarak bir tiyatro gösterimi gerçekleştiren kadınların daha sonra yapmak istedikleri yürüyüş ise polis tarafından engellenmek istendi. Barikat kuran polis, kadınların yürüyüşüne müdahale etti. Saldırı sonrası bir kişi hastaneye kaldırılırken, aralarında Gazetemiz Muhabiri Uğur Ökdemir’in de bulunduğu 4 kişi gözaltına alındı.
    PAÜ'DE TİYATRO
    Denizli'de Emek Partili Kadınlar, “Kadınlar Barış İstiyor” adlı sokak tiyatrosunu sergiledi. Kadınların savaşa karşı barış talebini dile getirdikleri tiyatro, Denizli’nin farklı yerlerinde oynandı. Esentepe Mahallesi’nde tiyatro öncesinde ev ev dolaşılarak mahalle halkı tiyatroyu izlemeye davet edildi. Oyun Pamukkale Üniversitesi’nde de ilgiyle izlendi. (Denizli/EVRENSEL)

    AYDIN: ADÜ'DE 8 MART
    Adnan Menderes Üniversitesi Kadın Platformu öğrencileri 8 Mart’ı coşkuyla kutladı. Merkez Kampüs Kütüphanesi önünde açıklama yapan öğrenciler, halk oyunları gösterileri ile eğlendi. Açıklamada, “Sadece 8 Martlarda değil her günün kadının kendisine ait olacağı kendi, iradesiyle yaşamın değerlerini kuracağı günler için kadın kırımına hayır diyoruz” denildi. (AYDIN)

    ALTINOLUK'TA YÜRÜYÜŞ
    Altınoluk Demokrasi Platformu, 8 Mart yürüyüşü düzenledi. İsmet İnönü heykelinden Cumhuriyet Meydanı’na yürüyen Platform bileşenleri, Türkiye’de ve dünyada kadına yönelik şiddetin arttığını vurgulayarak, kadınları mücadeleye çağırdı. Etkinlik “Kadının Yeri” konulu paneliyle devam etti. (BALIKESİR)

    SİNOP: ŞİDDETE SON
    Sinop’ta KESK ve Kadın Platformu üyesi kadınlar “Şiddete son, yaşasın kadın dayanışması” pankartıyla Uğur Mumcu alanına yürüdü. “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganıyla yürüyen kadınlar, “Sinoplu emekçi kadınlar olarak eşitlik barış özgürlük mücadelesine buradan da bir ses katıyoruz. Her türlü şiddete, sömürüye, yolsuzluğa, yoksulluğa kadın cinayetlerine dur diyoruz” dedi. (SİNOP)

    ORDU'DA HALAYLARLA
    Ordu Kadın Platformu, şiddete, tecavüze karşı tepkilerini dile getirmek için 19 Eylül İlköğretim Okulundan Tahıl Pazarı'na kadar sloganlar atarak yürüdü. Burada yapılan basın açıklaması yapan kadınlar daha sonra müzik eşliğinde halaylar çekti. Etkinlikte fotoğraf ve el emeği sergisi açıldı. (ORDU)

    6 Mart 2013 Çarşamba

    Her yıkımda halkı zehirliyorlar

    • İNŞAATLARDA KULLANILAN ASBESTİN ZARARLARI ÖLÜMCÜL
    • Asena Akarsu
    • Özellikle inşaat sektöründeki yalıtımlarda kullanılan asbest, ölümcül hastalıklara neden oluyor. Toplu yıkımların tören eşliğinde yapıldığı bu günlerde, uzmanlar asbestli binaların yıkımında özel prosedür uygulanması gerektiğine dikkat çekiyor.
      Asbest, ısıya, aşınmaya ve kimyasal maddelere dayanıklı lifli yapıda bir mineral. Yalıtım için kullanılan bu maddeye böyle olumlu anlamlar yüklenmesine bakmayın siz. Çünkü asbestin zararları öldürücü.
      Üç binden fazla kullanım alanı bulunan asbest, sanayi, inşaat, otomobil, gemi gibi çok çeşitli alanlara sızmış durumda. Halk arasında “Ak Toprak” ya da “Çorak Toprak” olarak da biliniyor. Şu anda dünyanın 55 ülkesinde kullanımı ve üretimi yasak. Türkiye’de ise ancak 2011 yılından sonra yasaklanabildi. Buna rağmen Türkiye’de her yıl 500 kişi asbeste bağlı olarak sağlık sorunları yaşıyor. Akciğer kanseri, akciğer ve karın kası kanseri gibi ölümcül hastalıklara da yol açan asbestin yarattığı etkiler ise 20 ila 40 yıl arasında anlaşılabildiğinden, asbeste bağlı hastalıklarla mücadele etmek de bir hayli zor.
      Türkiye’deki binaların hemen hemen hepsinde kullanılan asbest, sadece içinde yaşanırken değil binalar yıkılırken de tehdit oluşturuyor. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Emre Gürcanlı, binalar yıkılırken özel prosedür uygulanması gerektiğine işaret ederek, kentsel yıkım projelerinde yaşanan başka bir tehlikeye de dikkat çekiyor.
      YIKIM YÖNETMELİĞİ YOK
      Emre Gürcanlı, asbestli binaları yıkmadan önce asbestli maddelerin sökümünün gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor. Hollanda’dan örnek vererek, asbestli binaların yıkımı sırasında çevrede yaşayan insanların 1 ay süreyle yıkım alanından uzaklaştırıldığını anlatıyor. Gürcanlı, sadece yıkım işleminde değil asbestli maddenin yaşam alanlarından uzaklaştırılması ve depolanması için de ayrı bir prosedür gerektiğini aktararak, “Ülkemizde ne bir yıkım yönetmeliği, ne de asbest prosedürü var. Bugüne kadar birçok ev yıkıldı, fakat bunların hiç birinde gerekli önlemler alınmadı” diyor.

      DÜNYADAKİ DURUM
      Dünya Sağlık Örgütünün 2006 verilerine göre dünyada her sene 125 bin insan asbeste maruz kalıyor. En az 90 bin kişi asbeste bağlı kanserlerden hayatını kaybediyor.
      * Asbest nedeniyle her yıl İngiltere’de 3 bin 500, Amerika’da ise 10 bin kişi hayatını kaybediyor.
      * İsveç’te 30 yıl önce asbestin kullanımı yasaklanmış olmasına rağmen, asbestten kaynaklanan ölümler normal iş kazalarındaki ölümlerin üç misli oranında.
      * Avrupa Sendikalar Enstitüsünün  araştırmasına göre, 2030 yılına kadar yalnızca Batı Avrupa’da asbeste bağlı kanserlerin yol açacağı ölüm sayısı 500 bine ulaşacak.

      PEKİ YA TÜRKİYE?
      Türkiye, asbest madeni açısından zengin bir ülke. Sadece şehirlerde değil, Orta ve Güney Anadolu’nun pek çok köyünde asbest kullanımı yaygın. Senelerdir asbest, “Beyaz toprak” adı altında badana, sıva malzemesi, çatı yalıtım malzemesi olarak kullanıldı ve liflerinin solunması sonucunda bazı bölgelerde kitlesel ölümler yaşandı. Asbest aynı zamanda gemilerde de kullanılan bir madde. 15 yaşın üzerindeki gemilerin çok büyük bir çoğunluğu asbestli. Türkiye asbestli gemi sökümü yapan tek Avrupa ülkesi. Dünyada sadece 5 ülke asbestli gemi sökümü gerçekleştiriyor. Türkiye dışında ki diğer ülkeler ise; Hindistan, Bangladeş, Pakistan ve Çin.

      SELİKOFF İLE YASAKLANDI
      Asbeste karşı mücadele eskilere dayanıyor. Amerikalı Dr. Irwing Selikoff, 1964’te asbestin insan sağlığına zararlı olduğunu kanıtladı. Asbest kullanan şirketler, Selikoff ve araştırmasını değersizleştirmek için bir kampanya yürüttü. Araştırmasının eksik hatta hatalı olduğu iddia edildi. Hekim olmadığı bile öne sürüldü. Ama mücadelesine devam eden Selikoff’un sayesinde asbestin kullanımı yasaklandı.

      ASBESTTEN VAZGEÇİLMELİ
      Acıbadem Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nadi Bakırcı, asbest ince bir toz olduğu için saatlerce havada kalabileceğini ve tozun da akciğerlere bu yolla girdiğini söylüyor. Toz ile temas kesilse bile, etkisinin yıllar sonra görülebildiğini belirten Bakırcı, bu hastalığın sanayi ve madenlerde çalışan işçilerde daha çok görüldüğünü ifade ediyor. Sanayi bölgesinde çalışan işçilerin korunması için, özel iş güvenliği önlemlerinin alınması gerektiğini söyleyen Bakırcı, “Ama hastalıktan korunmanın en etkili yolu, asbesti kullanmamaktır” diyor. (İstanbul/EVRENSEL)

    İşyerinde çalışanları 'zorlayan' 3 hastalık

    İşyerlerinde hareket imkanının kısıtlanması, daha çok oturarak çalışma zorunluluğu, stres, kalabalık bir kentte yaşamak, yollarda geçirilen zamanın fazlalığı gibi birçok etken çalışanları zorluyor.

    Cumhuriyet

    İstanbul- Acıbadem Fulya Hastanesi’nden İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, yapısal bir sorunun bulunmadığı fonksiyonel sindirim sistemi hastalıklarının ruhsal durumla yakından ilişkili olduğunu belirterek, “Mevsimsel depresyonlar, mevsim dışı psikolojik sıkıntılar, yoğun stres altında olmak özellikle de çalışanlarda en çok kabızlık veya barsak alışkanlıklarında değişme, dispepsi, reflü rahatsızlıklarına neden oluyor” diyor. En sık görülen bu 3 hastalıkla ilgili bilgiler veren Dr. Özdal Ersoy, bu konuda merak edilen soruların yanıtlarını da veriyor:
    Dispepsinin görülme sıklığı nedir?
    Gastroenteroloji polikliniklerinde en sık karşılaştığımız hasta grubu dispeptik hastalardır. Dispepsi, gastroenteroloji polikliniğine başvuranların yüzde 40-60'nda görülen bir yakınmadır.
    Belirtileri nelerdir?
    Bu hastalık üst gastrointestinal (sindirim sitemi) sisteme ait olduğu düşünülen karın ağrısı, huzursuzluk, erken doyma, şişkinlik, bulantı, kusma, geğirme, artmış barsak gazı gibi yakınmaların belli aralıklarla veya sürekli olarak görülmesi şeklinde tanımlanıyor. Bu hastalığın, midenin içini saran zarda (mukozada) dispepsiyi açıklayacak yapısal bir bozukluktan çok fonksiyonel bir bozkuluğa bağlı ortya çıktığı düşünülüyor ve bu tabloya da ''fonksiyonel dispepsi'' deniliyor.
    Tedavisi nasıl yapılıyor?
    Öncelikle dispepsi ile birlikte hastada alarm yakınmaları adını verdiğimiz kilo kaybı, iştahsızlık, makattan veya ağızdan kan gelmesi, kansızlık gibi sorunların olup olmadığını, muayene ve basit kan tetkikleri ile araştırıyoruz. Kalp rahatsızlığı, diabet, KOAH gibi yandaş hastalıkların varlığı ve dispeptik yakınmalara sebep olabilecek ilaçların kullanılıp kullanılmadığı da sorgulanıyor. Belirgin bir bozukluk saptanmadığında hastaya mide asidini baskılayıcı, düzenleyici, probiotikler ve bazen antidepresanlar gibi ilaç tedavileri başlanıyor. Hasta yakın takibe alınıp kontrollere çağrılıyor. Yakınmalar tedavi ile 4-6 hafta içinde rahatlamıyorsa, hastadan endoskopi, gaita testleri, karın ultrasonu gibi ileri tetkikler isteniyor.
    Reflünün görülme sıklığı nedir?
    Reflü yakınmasıyla polikliniğe başvuran hastaların yüzde 20-30'unda gastroözofageal reflü hastalığına ait yakınmalar vardır. Bu yakınmalar arasında göğüste yanma, ağıza gıda veya mide suyunun gelmesi gibi sıkıntılar bulunuyor.
    Tedavisi nasıl yapılıyor?
    Tedavi reflü belirtilerinin ve yemek borusunda oluşmuş hasarın şiddetine göre değişkenlik gösterebilir. Reflü tedavisinde hasta için olmazsa olmaz olan şey yaşam tarzı değişiklikleridir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
    •    Eğer hasta sigara içiyorsa bırakmalıdır.
    •    Reflü yakınmalarını artırıcı gıdalardan uzak durulması, yemek yer yemez yatılmaması, akşam yemeği ile yatma arasında enaz 2-3 saatin geçmesi (Öğle uykuları dahil) gerekiyor.
    •    Sıkı kıyafetlerin çok sık giyilmemesi, yenilen yemek porsiyonlarının küçültülmesi ve gerekiyorsa kilo verilmesi önemlidir.
    •    Yaşam tarzı değişikliklerine ek olarak da hastaya ilaç tedavileri ilk planda önerilir. Önerilen ilçalar mide asidini baskılayan tarzda ilaçlardır ve tedavinin ilk 4-6 haftasında yüksek dozlarda verilirler.
    •    Ayrıca mide boşaltımını hızlandıran ve midede köpüklü tabaka oluşturarak mide içeriğinin yemek borusuna kaçışını engelleyen ilaçlar da asit baskılayacı ilaçlarla birlikte kullanılır. Bazı hastalarda ciddi yemek borusu hasarı oluşabiliyor. Bu durumda yaşam tarzı değişikliği ve ilaçların etkisi yetersiz kalabiliyor.
    •    Hastalara yaşam boyu ilaç verilmesi tercih edilmediğinden dolayı, özellikle genç hastalara endoskopik veya cerrahi yolla reflüye neden olan mekanik problemlerin anatomik onarımı da önemli tedavi yöntemlerindendir.
    •    Cerrahi tedavi önerilen hastalara, cerrahi kararı alınmadan önce reflünün kesin ispatı için endoskopi dışında diğer ileri testler de yapılmalıdır (özofagus manometresi, 24 saat pHmetre, impedans, baryumlu grafi gibi).
    Hassas Barsak Sendromu’nun belirtileri nelerdir?
    Dispepsi yakınması ile ortak birçok yakınmalar içeren Hassas Barsak Sendromu (İBS) karında şişkinlik, ağrı, artmış barsak gazı, kabızlık veya ishal gibi yakınmalar topluluğudur ancak bu tanının konulması için bu yakınmaları açıklayacak ciddi bir hastalığının bulunmadığının tetkiklerle gösterilmesi gerekiyor. Başvuranların yaklaşık yüzde 10-15'ini İBS hastaları oluşturuyor ve kadın hastalarda görülme sıklığı daha fazla oluyor.
    Tedavisi nasıl yapılıyor?
    İBS'yi tamamen ortadan kaldırıcı bir tedavi yoktur. Ancak tedavi, belirtilerin şiddetini azaltmaya ve tekrarlamasını önlemeye yönelik olarak başarılı olmaktadır. Amaç hastaların günlük yaşamlarını sürdürmeleri ve yaşam kalitelerinin bozulmamasının sağlanmasıdır. Bu nedenle şikayetler olduğu dönemde hastalara medikal tedaviler önerilir. Ayrıca ilaç tedavisinin yanında kişilerin özellikle yedikleri besinlere dikkat etmeleri de rahatsızlığı azaltıcı bir unsurdur. IBS hastalarına genellikle diyet önerilmez, zira diyetlerin hastalarda şişkinliği artırdığı veya strese yol açarak tetikleyici olduğu yönünde bazı inanışlar mevcuttur. Ancak şikayetleri özellikle artıran bazı yiyecekler saptanmıştır. Bunlar sırasıyla buğday, mısır, süt, peynir, yulaf, kahve, çavdar, yumurta, çay ve narenciyedir. Bu yiyeceklerden uzak durulması hastalığın tedavisini kolaylaştıracaktır. Elbette en önemli tetikleyicilerden biri olan stres ile başa çıkmaya çalışmak da kişilere fayda getirecektir. Bu durum için bazen psikiyatri desteği ve psikiyatrik ileç tedavilerinden yararlanılır. Ayrıca bazı bitki çayları da İBS yakınmalarını azaltmaktadır, bu sebeple hastalara rezene, nane, papatya çayları da tedavilere ek olarak önerilir.

    1 Mart 2013 Cuma

    Yediğimiz, içtiğimiz her şey zehirli mi?

    Televizyon programlarında neredeyse her gün gördüğümüz ve artık isimlerini ezbere bildiğimiz 3-5 akademisyenin beyanlarına bakılırsa başlıktaki sorunun cevabı: Evet. Gıda güvenliği konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşanıyor.
    Prof. Dr. Ali Esat Karakaya
     Gıda gibi çok sayıda riski barındıran bir konuda neyin yanlış, neyin doğru olduğunu söyleyecek bilim odaklı bir gıda otoritesi yoksa, bu kafa karışıklığı kaçınılmazdır. Bilim odaklı bir gıda otoritesinin yokluğunun yarattığı vakumdan yararlanacaksözde uzmanlar bulunacaktır.

    Ülkemizde eğer bir akademisyenseniz ve bilimsel çalışmalarınızla adınızı duyurmanız mümkün değilse en kestirme yol toplumu yediği, içtiğiyle korkutarak ünlü olmaktır. Gıda güvenliğinin herhangi bir alanında hiçbiruzmanlığı olmayan kendi alanınızda tanınmış bir hekim de olabilirsiniz: Kendinizce geliştirdiğiniz gıdayla ilgili bilim dışı teorilerle adınızıgündemde tutabilirsiniz. Bunun da çeşitli getirilerinden yararlanırsınız. Ne yazık ki ülkemizde böyle bir akım oluştu. İstinasız her gıda konununuzmanı olmayanların ortaya attığı bilim dışı felaket senaryolarından payını almaktadır. Ülkemiz bu konuda giderek şiddeti artan bir biçimde serbest atış alanı haline getirilmiştir.

    Akademisyenler bilimsel görüşlerini, teorilerini ve araştırmalarını, yazdıkları makalelerle binlercesi yayında olan bilimsel dergilerde tartışmaya açarlar. Bunu yapacak bilgi birikimi ve bilimsel düzeyi olmayanlar akademik ünvanlarına sığınarak akıl dışı iddialarına günlükmedyada rahatlıkla yer bulabilmektedirler.

    Risk “bir aktivitede istenmeyen sonuçların gerçekleşme olasılığı” olarak tanımlanır. Günlük yaşamda sıfır risk yoktur. Hedef bu riskleri yönetebilmek ve “kabul edilebilir” düzeylere indirmektir. Tütün kullanımı, trafik gibi riskler bireylerin de katkısı ile yönetilebilirken, gıda güvenliğive çevre kirliliği gibi riskler ancak kamu idaresi tarafından etkili bir şekilde yönetilebilirler. Bu risklerin yönetiminde toplum denetleyici ve baskı unsuru konumundadır.

    Gıda konusundaki riskler bilim bazlı uluslararası standartlar ve yasal düzenlemeler ile yönetilirler. Bu sayılanların uygulandığı ölçüde de insan sağlığı korunur. Yeni bir bilimsel gelişme olduğunda da bu bulgu uygulamalara yansır. Ülkemizde gıda güvenliği konusundakitartışmalardan amaç toplum yararına bir sonuç çıkartmaksa, bu tartışmaların tarladan/çiftlikten/denizden çatala kadar olan süreçte dünya standartlarının uygulanmasındaki eksiklikler üzerinde olması gerekir.

    Ülkemizde Eksik Olan Nedir?


    Tüm gelişmiş ülkelerde bulunan “bilim odaklı bağımsız bir gıda otoritesi”Türkiye’de bulunmamaktadır. Bu noktada “Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı”nın varlığı hatırlatılabilir. Ancak çağdaş gıda güvenliğisisteminde “risk değerlendirme” ve “risk yönetimi” birbirlerinden ayrı görevlerdir. Risk değerlendirmeyi bilim odaklı bağımsız gıda otoritesi, risk yönetimini ise kamu idaresi yüklenmiştir. Bunu AB örneğinden açıklarsak EFSA (Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi) risk değerlendirmesiyapar. Bir yaptırım gücü yoktur. Avrupa Komisyonu ve üye ülke hükümetleri ise risk değerlendirmeye dayalı risk yönetiminden sorumlu karar alıcı otoritedir. Benzer uygulama birliğe bağlı ülkelerde ayrı ayrı ulusal düzeyde de mevcuttur.

    Risk Değerlendirmesinden Sorumlu

    Bilim Odaklı Gıda Otoritesinin Temel Özellikleri Nelerdir?


    Böyle bir otoritenin olmaz ise olmaz olmaz özellikleri 4 başlık altında toplanabilir. Gıda otoritesi ancak bu özellikleri taşıyorsa toplumda güven sağlayabilir ve yaşadığımız kaosa bir çare olabilir.

    Bilimsel verilerin değerlendirmesinde mükemmeliyet merkezi: Bu özelliğin sağlanabilmesi için bu yapının uzmanlık panellerinde yer alan bilim insanlarının görevlendirildikleri konulardaki uzmanlıkları tartışmasız olmalıdır. Herhangi bir konuda akademik unvan sahibi olmak, incelenen konuda uzmanlık için yeterli sayılmamalıdır. Bunu sağlamanın en etkin yolu incelenen konuda görev yapacak bilim insanlarının akademik özgeçmişlerinin kurumun internet sitesinde yer almasıdır. Dünya’daki benzer kuruluşlarda bu yöntem uygulanmaktadır.

    Siyasi otoriteye karşı bağımsız: Böyle bir kuruluşun karar süreçleri siyasi otoritenin politikalarından bağımsız olmalıdır. Bunu sağlamanın yolu da belirlenmiş bir konuda risk değerlendirmesi yapmak üzere görevlendirilmiş bilim insanlarının idareye karşı hakim güvencesine benzer bir güvenceye sahip olmasıdır.

    Endüstri ile çıkar çatışması (conflict of interest) ilişkisini engelleyecek yöntemlere sahip:

    Bunu önlemenin en kestirme yolu görev yapacak olanların çıkar çatışması “conflict of interest” beyanlarının batıdaki örneklerinde olduğu gibi kurumun internet sitesinde yayınlanmasıdır.

    Tüm işlemlerinde şeffaf: Batıdaki örneklerde bu şeffaflık, risk değerlendirmesinin belirli süreçlerinin tüketici örgütleri dahil konunun paydaşlarına açılması ve önemli toplantıların tutanaklarının kurumun internet sitesinde yayınlanması ile sağlanmaktadır.

    Niçin Risk Değerlendirme?


    Gıdalar çok çeşitli riskleri taşır. Örneğin; en organik koşullarda üretilse dahi tarladan/çiftlikte/denizden çatala kadar olan süreçte gıdalara bini aşkın kimyasal bulaşanlardan kanser yapıcılar dahil bazılarının bulaşma ihtimali vardır. Bunlara ek olarak mikrobiyolojik riskler, üretimden kaynaklanan riskler ve daha bir dizi risk ancak bilime dayalı risk analizi metodolojisi ile yönetilebilir.

    Risk Değerlendirmesi Nedir?


    Risk değerlendirme, risk analizi olarak adlandırılan ve diğer bölümleri risk yönetimi ve risk iletişimi olan üçlü entegre sürecin bilimsel bölümüdür. Bu süreç baştaki şekilde şemalandırılabilir.

    Dünya gıda güvenliğinin çatı örgütü olan Kodeks Alimentaryus Komisyonu’nun “Application of Risk Analysis to Food Standards Issues” isimli dökümanın 1995 yılında yayınlanmasından bu yana tüm ülkelerde gıda güvenliği stratejisi, risk analizine dayandırılmaya başlanmıştır. Bu stratejinin başarı ile hayata geçirilebilmesi için şemadaki üçlü sistemin birlikte çalışması gerekir. Risk değerlendirme ve risk yönetimi ne kadar başarılı olursa olsun, tüketiciler, akademi, endüstri, basın gibi konunun paydaşları arasında etkin bir risk iletişimi olmaz ise, bugün şikâyet konusu olan bilgi kirliliğine dayalı kaosun önüne geçmek mümkün olmaz. Sorumsuz kişiler tarafından bilim dışı iddialarla toplumun dikkatinin gerçek riskler yerine yapay risklere yöneltilmesi de toplum sağlığına zarar vermeye devam eder.

    Prof. Dr. Ali Esat Karakaya karakaya@gazi.edu.tr

    26 Şubat 2013 Salı

    Taksim'de kazı çalışması durdu

    Cumhuriyet Caddesi'ndeki altgeçit çalışmasında tarihi bir kemer açığa çıktı. Arkeoloji Müzesi'nden arkeologların müdahalesi bekleniyor.
    Takksim'deki altgeçit kazısı hızla devam ederken Cumhuriyet Caddesi'nde tarihi bir kemer açığa çıktı. Dün çekilen fotoğrafta, yerin yaklaşık bir metre altında Osmanlı dönemine ait olduğu sanılan taş örme bir duvar ve duvara bağlı bir kemer net şekilde görülüyor. 
    İBB'nin sekiz ay içinde tamamlamayı hedeflediği altgeçit kazısının durdurulması ve Arkeoloji Müzesi'nin ortaya çıkan yapıyı korumaya alması bekleniyor. 


    ELLE KAZILACAK 
    İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, Aralık ayında ihaleyi alan Kalyon İnşaat yetkililerini çağırarak kazının müze denetiminde yapılması gerektiğini ve iş makinelerindan önce arkeologların el yordamıyla sondaj kazısı yapacağını bildirmişti. 
    Radikal 'in 'Taksim Elle Kazılacak' haberi üzerine dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay kazının yavaşlatılmayacağını söylemiş, "Önce arkeologların nezaretinde iş makinesi girecek, kültür varlığına rastlanırsa o zaman arkeologlar elle kazacak. Arkeologlarımız gece gündüz hafriyatın başında duracak" demişti. 


    ŞİMDİ NE OLACAK? 

    2863 sayılı Kültür Varlıklarını Koruma yasası gereği, hafriyatın hemen durması ve arkeologların çıkacak tarihi eserin boyutlarını görebilmesi için kazı yapması bekleniyor. Kazı sonucunda çıkan yapının tüm ayrıntılarıyla Koruma Kurulu'na sunulması, ve kurulun 'yerinde koruma' ya da 'kaldırılarak koruma' kararı alması gerekiyor. Eğer 'yerinde koruma' kararı çıkarsa, projenin tamamen durdurulması ya da başka bir yöne söz konusu olacak

    3 ülke, 3 olimpiyat

    Birbiriyle benzerlikler taşıyan 3 ülkede “olimpik heyecan” tırmandı. Halkta herhangi bir kıpırtı göremesek de ülkelerin yöneticileri ve sermaye çevreleri için durum böyle. Brezilya, Rusya ve Türkiye’den bahsediyoruz.
    Hatırlatalım, Brezilya, 2014 Dünya Kupası ve 2016 Olimpiyatları için, Rusya ise 2014 Kış Olimpiyatları ve 2018 Dünya Kupası için hazırlık içerisinde. Sayısız başarısız adaylık denemesinin ardından Türkiye de artık 2020 Olimpiyatlarına “Ya herro ya merro” diyerek girişmiş durumda.
    Son birkaç gün içerisinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Olimpiyat için İstanbul’un zamanı geldi” derken Başbakan Tayyip Erdoğan da bizzat Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı Jacques Rogge’a mesaj gönderdi:
    ”Beşinci kez adayız ve bu kez Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları İstanbul’a kazandırmak için etik kurallar çerçevesinde gereken tüm hamleleri yapmaya hazırız. Başta insan kaynakları ve finansman olmak üzere tüm imkânları İstanbul kentinin kullanımına tahsis edilmiş durumdadır. Olimpiyatın İstanbul’a gelmesini bölgemizde yeni bir barış ve medeniyet hamlesi olarak değerlendiriyoruz.”
    Erdoğan güzellik yarışmasında  “dünya barışı” isteyen afet-i devranlar gibi, “Ya tutarsa” hesabında. Baksanıza Ortadoğu’da “Şii Hilali”ne karşı savaşa hazırlanan kendisi değilmiş gibi barış ve medeniyeti bile Olimpiyatlara bağlamış. Bu hevesi ve “Şanghay Beşlisi” gibi güncel blöf örneklerini hatırlayınca olur da Türkiye, olimpik sevdasından bir kez daha karşılık alamazsa nasıl bir rest yoluna girer? Onun da cevabı Erdoğan’ın danışmanlarının hayal gücünde saklı.
    Gelelim üç ülkedeki kritik olimpik gelişmelere…
    BREZİLYA: KİME KARŞI SAVAŞ?
    18 Şubatta Maracana Stadyumu’nu yeniden inşa eden işçiler koşullarının iyileştirilmesi için iş bıraktı ve grev tehdidinde bulundu. IOC ve FIFA’dan da tesislerin inşası konusunda “Hızlanın” telkinleri sürdü.  Ancak asıl kıyamet, “pasifizasyon” çalışmalarında koptu. 20 Şubat itibariyle Rio de Janeiro’nun batı bölgesindeki Jacarepagua’da başlatılan favela (gecekondu) yıkımları insan hakları örgütlerinin raporlarına göre büyük hak gasplarıyla ilerliyor. 28 Şubata kadar 50 ailenin zorla yerinden edilmesi planlanırken 10 aile direnmeye devam ediyor.
    Brezilya’da yayınlanan yeni bir çalışmaya göre favelalarda yaşayanların sayısı 12 milyon. Tek başlarına bir kent olsalar, ülkenin en büyük 5. eyaleti olacaklar. Sadece Rio’da yaşayanların sayısı ülkenin en büyük 9. şehri olmaları için yeterli. Bu devasa nüfus üzerinde yürütülen “pasifizasyon” çalışması toplumsal meşruiyetini kendisini “Uyuşturucu çetelerine karşı savaş” olarak göstererek buluyor. Ancak Brezilya’da polis ve ordunun geçmişte bu gruplara silah dahi sattığını bilmeyen yok. Ve Brian Miller’a konuşan Complexo da Maré favelası sakini Eliana Sousa’nın dediği gibi “Pasifizasyon bir savaşı ima ediyor. Ama kime karşı savaş?”
    Evet kime karşı savaş? Uyuşturucu çeteleri Rio favelalarını kontrol etmeye devam ediyor, tek farkla artık açıktan ellerinde makineli tüfekler taşıyamıyorlar. Buna karşılık Dünya Kupası ve Olimpiyatlar için kente gelecek turistlerin görüş alanı içerisindeki favela sakinleri zorla yurtlarından ediliyor ya da Maré’de olduğu gibi mahalleler, etrafına koca bir duvar çekilmek suretiyle gizlenmeye çalışılıyor! Sizce Brezilya’nın olimpik savaşı uyuşturucu çetelerine mi karşı yoksa yoksullara mı?
    RUSYA: 50 MİLYAR DOLARLIK POLİTİKA
    Gelelim Rusya’ya. Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ülkenin imajına katkı sağlayacağını düşündüğü Sochi 2014 ve 2018 Dünya Kupası, Rus oligarklarıyla Putin’in aralarındaki bağları sıkılaştırdığı bir sermaye emilimi sürecine dönüşmüş durumda.
    Reuters’in haberine göre Sochi için harcanan para 50 milyar doları bulacak. 2010 Vancouver için harcanan 6 milyar doların 8.5 katından bahsediyoruz yani! RIA Novosti’ye göre bu bütçenin 25 milyar doları Vladimir Potanin, Oleg Deripaska, Boris Rotenberg gibi oligarklar tarafından karşılanacak. Bu elbette her “hayır işi” gibi karşılıksız değil. Daha doğrusu bu bir hayır işi de değil. Örneğin Rosa Khutor kayak merkezinin yenilenmesi işini üstlenen Potanin, Kış Olimpiyatları sonrası da bu merkez üzerindeki kontrolünü sürdürecek. Bölgeye yönelik bütün yatırımlar oligarklara benzer avantajlar vaat ediyor. Yani Kış Olimpiyatları ve Dünya Kupası, Rus sermayesi için artı değerin emilme imkanı bulacağı, iş gücünün verimli kullanılacağı, yeni rant alanları yaratırken Putin için de hem bu çevrelere bağımlılığın arttığı hem de bu çevrelerin desteğinin sağlandığı bir siyasi-ekonomik değiş tokuş anlamına geliyor.
    Ve Türkiye… Yolun başında olan Türkiye için şimdilik tek bir paralelliği hatırlatmak ve bir soru sormak yeterli. Sizce geçtiğimiz hafta başlatılan, televizyonlardan canlı yayınlanan ve adına “Toplu yıkım şöleni” denilen, karşı çıkanların anında marjinal ve illegal ilan edildiği “rantsal dönüşüm” atağıyla, Topbaş ve Erdoğan’dan yazının başında yaptığımız alıntıların aynı tarihlere denk gelmesi tesadüf mü?”
    Sanık sizin… (İstanbul/EVRENSEL)

    İki güzellik bir arada

    İki güzellik bir arada

    Ya üçüde olmasaydı

    Ya üçüde olmasaydı

    Mehmet Akif Ersoy'dan

    Mehmet Akif Ersoy'dan

    Gezi Parkı

    Gezi Parkı

    Ne Denilebilir!...

    Ne Denilebilir!...

    Gezi

    Gezi

    Günün Fıkrası

    Deli

    1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



    O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



    Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



    Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



    Avukat 1




    Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

    - 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

    Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

    - Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

    Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

    - Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

    Avukat gülümsemiş.

    - Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




    Avukat 2




    George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

    "Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

    Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

    George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

    Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

    "Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




    Avukat 3




    Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

    “İki kere iki kaç eder?”

    Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

    Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

    En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

    ''Kaç olmasını istersiniz?''




    Avukat 4




    Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

    Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

    Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

    Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

    “Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




    Avukat 5




    Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

    “Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

    Avukat açtı ağzını:

    “Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

    Görevli yerin dibine geçmişti.

    Sadece:

    “Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

    Avukat onun sözünü keserek devam etti:

    “Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















    Günün Sözü

    Homo sum,humani nil a me alienum puto

    İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

    Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

    Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
    Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

    Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

    Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
    Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

    Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

    Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
    Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

    Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

    Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
    Zamanın belleği var