Eğer zihinsel konforumuz bir gerçeklikle karşı karşıya kalırsa inandığımız fikir, düşünce, inancımız çökme tehlikesiyle sınanacaktır. Böyle bir anda savunduğumuz fikrin, inancın foyası meydana çıkacak, cilası dökülecek biz bu kadar aptalca şeye inanmış, emek vermişiz, diye kendimizi suçlayacağız. Kendimizi aldatılmış, kandırılmış hissedeceğiz. Orta beynimiz, muhafazakar güvenlikçi Limbik Sistemimiz gerçeği mevcut fikri konforumuza bir tehdit olarak algılayacaktır.
Bu yeni durumu kabullenerek, yeni bir fikre inanmak zorunda kalırsak fikrimizi tamamen değiştirmek, çevremizi yeniden inşaa etmek zorunda kalırız. Bu tamamıyla bizim için bir risk içermektedir. Çevremizi değiştirmekle kalmayacağız, yakınlarımız tarafından dışlanma riskiyle de karşı karşıya kalacağız. Sonra yeni algılar oluşacak, üstelik bu yeniler bize ne getireceğini bizden ne götüreceğini bilmememiz bizi endişeye, kaygıya sevk edecektir.
Kısaca yeni fikir, yeni bir dünya görüşü kendimize yeni bir dünya kurmamız demektir.
Bir gerçekle karşılaştığımızdaki korkunun ana nedeni birinci olarak budur. Gerçeğin şok etme, sarsıcı özelliğinin yanında, değiştirme ve dönüştürme özelliği de var. Bu da kişi de büyük bir korkuya neden olmaktadır.
Fikrimizdeki bu değişiklik ancak sahip olduğumuz fikrin ihanetine uğramakla ya da fikirdaşlarımızın bize ihanet etmesi, kandırması, aldatması, istismar etmesiyle yahut da kişinin esnekliği, araştırıcı, değişime, dönüşüme açık olmasıyla veya sevdiğimiz, inandığımız idoller vasıtasıyla bu değişiklik mümkün hale geliyor.
Bir gerçekle karşı karşıya geldiğimizde bizde oluşan ikinci korku ise şudur:
Bu mevcut zihinsel konforumuzu bu yüzden sürdürmek işimize gelir. Gerçekle karşı karşıya kaldığımızda kayıtsız davranmamız, şiddetle karşı koymamız, hiç bir araştırmaya gerek duymamamız, sırf bu konfor bozulmasın diyedir. Çünkü bu gerçeği araştırma zahmetine girişirsek, bir sorumluluk almak, yüklenmek, zahmete girmek, acı çekmek demektir. Muhalif olmak, haksız saldırılarla karşı karşıya kalmak, dışlanmak demektir.Yeni bir risk satın alacağımız anlamına gelir. Bu alacağımız yeni sorumluluğu yerine getirip getirmemek, başarıya ulaşıp ulaşamamak, hesap vermek zorunda kalmamız demektir. Bu bizim karizmamızı, yeni statümüzü, saygınlığımızı belirleyecek ya da yıpranıp yıpranmayacağımızı bilemeyeceğiz.
Bu yüzden gerçeğe tahammül edemeyiz. Hemen bir önyargı ile tepki duyarız. Dünya sürekli değişirken, kendimizi sürekli değiştirme, dönüştürme ihtiyacı varken, biz konfor sabitliğine mahkum olarak, fosilleşmiş fikrimizle sonsuza kadar aynı kalmaya devam etmek, fikrimizden zerre-i miskal değişikliğe izin vermeyiz.
Bu fikri sabitlikle her şeyi yargılar, infaz ederiz.
Bildiklerimiz mutlak mı? Her şeyi tam ve eksiksiz olarak mı biliyoruz? Bilmiyorsak eksiğimizi gidermek için sürekli bilgilenmemize, araştırmamıza, öğrenmemize ihtiyaç var demektir. Neden her şey değişirken kendimizin değişmesine izin vermiyoruz?
Sahip olduğumuz fikrimiz aynı zamanda bizim koruyucu kalkanımızdır da. Hem çevre açısından hem kendimiz açısından. Biz böyle, bu fikirle tanınmışız. Böyle bir algı yaratmışız. Bundan vazgeçmek bize çok riskli geliyor. Kişi 30-40 yıl inandığı fikri, bu düşünceyi, bu inancı, karşısına hiç tanımadığı biri çıkıp aykırı bir şey söylediğinde hiçbir zahmete, araştırmaya, sorgulamaya gerek duymadan reddediyor. Bu cehaletin konfor alanında fikrinin mutlak ve kesin olduğu inancıyla hareket etmeye devam ediyor.
Mutluluk alıştığı bu konforu, bu fikri korumakla onu yükümlü kılıyor. Mutlu olmak istiyorsa bu konforu korumak ve devamından yana tavır almak zorunda hissediyor. Mutluluğu artırmanın yolu ise fikrini besleyen kanalları açık tutmak, onlara izin vermekten geçiyor.
Zahmet edip, araştırıp 'Bu adam bir şey söylüyor, bir araştırmak da fayda var. Belki doğru söylüyor. Böyle de olabilir' demiyor. Bunu bir tehdit olarak algılayıp doğrudan buna karşı bir saldırı düzenliyor.
Düşüncelerine güvenmeyenler tartışılmasına da izin vermiyor.
Gerçek biz de sadece kaygı ve endişe yaratmaz. Çelişkileri de artırır, yol açar. Oysa yalan mevcut durumun, mevcut konforun sürdürülmesinden yanadır. Yalanlar doku uyuşmazlığından ziyade bunu güçlendirir. Kendimizle çelişkiye düşmemizi önler. Bunun için yalana her seferinde artan dozda ihtiyaç duyarız. Etrafımızdaki her şey ile çelişmemek bize mutluluk ve huzur verir. Belgeli de olsa, sağlam ve güçlü kanıtlar da olsa, gözümüze soksalar da inanmamak için mutlaka bir gerekçe buluruz.
Gerçek sonunda zaferini ve iktidarını ilan eder. Fakat taş yerinde ağırdır. Zaman aşımına uğrayan gerçek etkisizleşir. Bu etkisiz gerçek hesap sorulacak muhatabını kaybetmiş olmakla kalmaz zamanın ruhu da değişmiş olur. Üzeri küllenen gerçek kanıksanır, etkisizleştirilir veya çok hafif dozda, kurbanını şoke etmeyecek dozda verilerek inandırıcılık pekiştirilir.
Gerçek ile yalanın savaşı iktidar savaşıdır. Yalan, gerçeğe karşı örgütlenmiş bir suçtur. Gerçeği gizleyerek, örtbas ederek, önleyerek ancak güven kaybına yol açarsınız. Bir yerde ne kadar çok güvensizlik ve buna bağlı sorunlar varsa orada o kadar çok yalan söyleniyordur.
Peki bu böyle diye çaresiz, kayıtsız mı kalalım?
'Ne kadar korkunç doğruyu bilmek, elinden bir şey gelmezken!'
Ünlü filozof Sofokles'in Kral Oedipus eserinde böyle geçer.
Doğruyu, gerçeği bilmenin bir de bu tarafı var. Gerçeğin karşısında acz içine düşmek. Elimizden bir şey gelmediğini, çaresizlikle yapacak bir şeyimizin olmadığını düşünürüz. Sorumluluktan kaçarak teslimiyet bayrağını açarız. Acz içinde olmakta bir konfor alanıdır. Çünkü herkes gerçekten kaçınmakta, aslında sorumluluktan kaçınmaktadır. Oysa gerçek bizim acz içinde olmamızı değil, mücadele etmemizi ister. Gerçek bize bir bedel ödetmeye kalkar. Çoğunluğun aksine yalana inanmayanlar daha çok bedel öderler. Gerçeğe inanmak bir bedel ödemek demektir. Bunu göze alamadığımızda gerçeği kabul etmektense tüm bu nedenlerden dolayı sinmeyi, gizlenmeyi, kaçmayı tercih eder, görmezden geliriz.
Görüyorsun, biliyorsun, farkındasın ama gücün yetmiyor. Farkında olmak farkında olanlarla birlikte olmayı gerektirmez mi? Ya da farkındalık yaratmak için üzerine ne düşüyorsa yapmak.