31 Ekim 2018 Çarşamba

Neden yalana inanıyoruz, gerçeğe inanmıyoruz?







'Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder' demiş George Orwell.

Gerçeğin er geç açığa çıkma huyu vardır. Ortaya çıktığında ise korku, telaş, panik, acı, gözyaşı, intikam, sevinç, mutluluk duygularını yaşatabilir. Bu yüzden gerçekle yüzleşmek herkesin harcı ve arzusu olmayabildiği gibi, kaldıracağı bir durum da olmayabilir. Bu nedenle gerçekten korkar, kaçar, yüzleşmek istemeyiz. Nedenine biraz sonra değineceğimiz gerçekle yüzleşmekten ise yalan ile mutlu yaşamayı, mutlu olmayı, sürdürmeyi isteriz.

Eğer zihinsel konforumuz bir gerçeklikle karşı karşıya kalırsa inandığımız fikir, düşünce, inancımız çökme tehlikesiyle sınanacaktır. Böyle bir anda savunduğumuz fikrin, inancın foyası meydana çıkacak, cilası dökülecek biz bu kadar aptalca şeye inanmış, emek vermişiz, diye kendimizi suçlayacağız. Kendimizi aldatılmış, kandırılmış hissedeceğiz. Orta beynimiz, muhafazakar güvenlikçi Limbik Sistemimiz gerçeği mevcut fikri konforumuza bir tehdit olarak algılayacaktır.
Bu yeni durumu kabullenerek, yeni bir fikre inanmak zorunda kalırsak fikrimizi tamamen değiştirmek, çevremizi yeniden inşaa etmek zorunda kalırız. Bu tamamıyla bizim için bir risk içermektedir. Çevremizi değiştirmekle kalmayacağız, yakınlarımız tarafından dışlanma riskiyle de karşı karşıya kalacağız. Sonra yeni algılar oluşacak, üstelik bu yeniler bize ne getireceğini bizden ne götüreceğini bilmememiz bizi endişeye, kaygıya sevk edecektir. 

Kısaca yeni fikir, yeni bir dünya görüşü kendimize yeni bir dünya kurmamız demektir.
Bir gerçekle karşılaştığımızdaki korkunun ana nedeni birinci olarak budur. Gerçeğin şok etme, sarsıcı özelliğinin yanında, değiştirme ve dönüştürme özelliği de var. Bu da kişi de büyük bir korkuya neden olmaktadır.
Fikrimizdeki bu değişiklik ancak sahip olduğumuz fikrin ihanetine uğramakla ya da fikirdaşlarımızın bize ihanet etmesi, kandırması, aldatması, istismar etmesiyle yahut da kişinin esnekliği, araştırıcı, değişime, dönüşüme açık olmasıyla veya sevdiğimiz, inandığımız idoller vasıtasıyla bu değişiklik mümkün hale geliyor. 

Bir gerçekle karşı karşıya geldiğimizde bizde oluşan ikinci korku ise şudur:
Bu mevcut zihinsel konforumuzu bu yüzden sürdürmek işimize gelir. Gerçekle karşı karşıya kaldığımızda kayıtsız davranmamız, şiddetle karşı koymamız, hiç bir araştırmaya gerek duymamamız, sırf bu konfor bozulmasın diyedir. Çünkü bu gerçeği araştırma zahmetine girişirsek, bir sorumluluk almak, yüklenmek, zahmete girmek, acı çekmek demektir. Muhalif olmak, haksız saldırılarla karşı karşıya kalmak, dışlanmak demektir.Yeni bir risk satın alacağımız anlamına gelir. Bu alacağımız yeni sorumluluğu yerine getirip getirmemek, başarıya ulaşıp ulaşamamak, hesap vermek zorunda kalmamız demektir. Bu bizim karizmamızı, yeni statümüzü, saygınlığımızı belirleyecek ya da yıpranıp yıpranmayacağımızı bilemeyeceğiz.

Bu yüzden gerçeğe tahammül edemeyiz. Hemen bir önyargı ile tepki duyarız. Dünya sürekli değişirken, kendimizi sürekli değiştirme, dönüştürme ihtiyacı varken, biz konfor sabitliğine mahkum olarak, fosilleşmiş fikrimizle sonsuza kadar aynı kalmaya devam etmek, fikrimizden zerre-i miskal değişikliğe izin vermeyiz. 
Bu fikri sabitlikle her şeyi yargılar, infaz ederiz. 

Bildiklerimiz mutlak mı? Her şeyi tam ve eksiksiz olarak mı biliyoruz? Bilmiyorsak eksiğimizi gidermek için sürekli bilgilenmemize, araştırmamıza, öğrenmemize ihtiyaç var demektir. Neden her şey değişirken kendimizin değişmesine izin vermiyoruz?

Sahip olduğumuz fikrimiz aynı zamanda bizim koruyucu kalkanımızdır da. Hem çevre açısından hem kendimiz açısından. Biz böyle, bu fikirle tanınmışız. Böyle bir algı yaratmışız. Bundan vazgeçmek bize çok riskli geliyor. Kişi 30-40 yıl inandığı fikri, bu düşünceyi, bu inancı, karşısına hiç tanımadığı biri çıkıp aykırı bir şey söylediğinde hiçbir zahmete, araştırmaya, sorgulamaya gerek duymadan reddediyor. Bu cehaletin konfor alanında fikrinin mutlak ve kesin olduğu inancıyla hareket etmeye devam ediyor. 

Mutluluk alıştığı bu konforu, bu fikri korumakla onu yükümlü kılıyor. Mutlu olmak istiyorsa bu konforu korumak ve devamından yana tavır almak zorunda hissediyor. Mutluluğu artırmanın yolu ise fikrini besleyen kanalları açık tutmak, onlara izin vermekten geçiyor.
Zahmet edip, araştırıp 'Bu adam bir şey söylüyor, bir araştırmak da fayda var. Belki doğru söylüyor. Böyle de olabilir' demiyor. Bunu bir tehdit olarak algılayıp doğrudan buna karşı bir saldırı düzenliyor. 
Düşüncelerine güvenmeyenler tartışılmasına da izin vermiyor.

Gerçek biz de sadece kaygı ve endişe yaratmaz. Çelişkileri de artırır, yol açar. Oysa yalan mevcut durumun, mevcut konforun sürdürülmesinden yanadır. Yalanlar doku uyuşmazlığından ziyade bunu güçlendirir. Kendimizle çelişkiye düşmemizi önler. Bunun için yalana her seferinde artan dozda ihtiyaç duyarız. Etrafımızdaki her şey ile çelişmemek bize mutluluk ve huzur verir. Belgeli de olsa, sağlam ve güçlü kanıtlar da olsa, gözümüze soksalar da inanmamak için mutlaka bir gerekçe buluruz.

Gerçek sonunda zaferini ve iktidarını ilan eder. Fakat taş yerinde ağırdır. Zaman aşımına uğrayan gerçek etkisizleşir. Bu etkisiz gerçek hesap sorulacak muhatabını kaybetmiş olmakla kalmaz  zamanın ruhu da değişmiş olur. Üzeri küllenen gerçek kanıksanır, etkisizleştirilir veya çok hafif dozda, kurbanını şoke etmeyecek dozda verilerek inandırıcılık pekiştirilir.

Gerçek ile yalanın savaşı iktidar savaşıdır. Yalan, gerçeğe karşı örgütlenmiş bir suçtur. Gerçeği gizleyerek, örtbas ederek, önleyerek ancak güven kaybına yol açarsınız. Bir yerde ne kadar çok güvensizlik ve buna bağlı sorunlar varsa orada o kadar çok yalan söyleniyordur. 

Peki bu böyle diye çaresiz, kayıtsız mı kalalım? 

'Ne kadar korkunç doğruyu bilmek, elinden bir şey gelmezken!' 
Ünlü filozof Sofokles'in Kral Oedipus eserinde böyle geçer.

Doğruyu, gerçeği bilmenin bir de bu tarafı var. Gerçeğin karşısında acz içine düşmek. Elimizden bir şey gelmediğini, çaresizlikle yapacak bir şeyimizin olmadığını düşünürüz. Sorumluluktan kaçarak teslimiyet bayrağını açarız. Acz içinde olmakta bir konfor alanıdır. Çünkü herkes gerçekten kaçınmakta, aslında sorumluluktan kaçınmaktadır. Oysa gerçek bizim acz içinde olmamızı değil, mücadele etmemizi ister. Gerçek bize bir bedel ödetmeye kalkar. Çoğunluğun aksine yalana inanmayanlar daha çok bedel öderler. Gerçeğe inanmak bir bedel ödemek demektir. Bunu göze alamadığımızda gerçeği kabul etmektense tüm bu nedenlerden dolayı sinmeyi, gizlenmeyi, kaçmayı tercih eder, görmezden geliriz.


Görüyorsun, biliyorsun, farkındasın ama gücün yetmiyor. Farkında olmak farkında olanlarla birlikte olmayı gerektirmez mi? Ya da farkındalık yaratmak için üzerine ne düşüyorsa yapmak. 

29 Ekim 2018 Pazartesi

SATIN ALMA HEYECANI KÖR EDİYOR






Satın alma heyecanı nasıl bir körlüğe yol açar?

İnsanlar bir işe girerken, bir işyeri açarken, bir şeyi satın alırken veya buna benzer bir eylemde bulunabilirler. Bu durumlarda sözleşme imzalamaları gerekiyor olabilir. Bu aşama onların en heyecanlı oldukları andır. Adeta bloke olurlar.
Bir çok hata ve kusuru görmezden gelebilirler, hoş görebilirler. Bunlar sonradan öyle bir baş ağrıtır ki hayatlarını kabusa bile çevirebilirler.  İşe giriyorsa naçarlıktan, acizlikten kölelik koşullarına imza atmış, işten ayrılması durumunda tazminat 
ödemekle yükümlü bir maddenin altına imza atmış olabilir. Çünkü işsizdir, işe girşinde ne olursa olsun, psikolojisi içindedir.
İşsizlik onun için sonradan oluşacak her şeyden daha kötüdür. 

Eğer bir dükkan, mağaza açacak iseniz; zincir marka için franchise anlaşmasının altına bu satın alma heyecanı ile bloke olmuş olarak incelemeden, hatta incelediğinizde vazgeçmeniz, iflas etmeniz halinde(Düşünsenize iflas etmiş varınızı yoğunuzu kaybetmiş olduğunuz halde. Şu gaddarlığa bakın!) bile ağzınızı bir karış açık bırakan maddeler yüzünden yüz binlerce dolarlık tazminata mahkum olabilirsiniz. 

Satış vaadi ile satın alacağınız konut sözleşmesinin altına imza attığınızda ileride başınıza neler geleceğini tahmin bile edemezsiniz. Ne yazık ki sözleşmeler tek yanlı düzenleniyor ve satın alanların aleyhine hükümler, maddeler içeriyor.
Bunlar buraya örnekleri yaşandığı için yazıldı.

Hayalinizdeki ne ise ona rastladınız, tesadüf ettiniz! Heyecanlandınız, mutlaka sahip olmak istiyorsunuz. 
Her şey yolunda ise, şeffaf, açık, net ise sorun yok.

Ama...
Konumuz gayrimenkul olduğu için konuttan yola çıkalım.

Gayrimenkulün fiziksel durumundan fiyatına kadar vereceğiniz her kararda bir çok şeyi atlamış, gözden kaçırmış, hatta okuduğunuz halde sözleşme altına imza atmış olabilir, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olabilirsiniz.

Hatta 'Beni çekememezlikle, kıskançlıkla vazgeçirirler' diye danışmanlık almaktan çekinir korkarsınız.

Rutin sözleşme diyerek satış vaadi sözleşmesini de üstelik okuyarak altını imzaladım. Herkes aynı sözleşmeyi imzalıyor, diyen satış ofisi memurunun da bilinçaltı etkisi, sonra bu sözleşmeyi imzalamazsan beğendiğin evi alamayacaksın psikolojisi, her sözleşmenin böyle maddeler içerdiği yönündeki 'Okusan imzalamazsın. Bunlar yazılır ama kimse mahkemelik olmamıştır' söylemlerinin bilinçaltı göndermeleri ne yazık ki etkili oluyor. 
Sözleşmedeki bir maddenin dikkatimden nasıl kaçtığını anlayamadım? Bunu satın alma heyecanının bana verdiği körlüğe bağlıyorum. Uzmanlar 'ani veya rutinleşmiş tercihler riskli tercihlerdir' derken haklılar. Bu heyecan ile 'şüphe uyandıracak işaretleri' ne yazık ki atlamışım! Kararımı akılcılık ile mi, fevrilik ile mi verdiğimi sorarsanız; beynimin akıl yürütme (prefrontal korteks) ile değil orta beynimin (Limbik sistem) ani duygusal kararıyla olduğunu söyleyebilirim. Gördüğünüzde aşık olduğunuz şeyin bütün risklerini gözardı ederek sizin olmasını istersiniz. Aşkın gözü kördür ama komşunun ki değil, ata sözünü unutursunuz. Elias Canetti'nin 'İnsanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini' anlattığı  Körleşme adlı eserinde vurguladığı uyaranları dikkate almayı o an görmezden gelirsiniz.

Tabi sonuçta  bize vaat edilenlerin, proje de gösterilen, çizilenlerin yüzde 30'u yapılmadı. İtirazda bulunduğumda sözleşmeyi iyi okumadığım uyarısı aldım. 


Tekrar incelediğimde hayret içinde kaldım. Şeytanın hangi ayrıntıda gizli olduğunu buldum.
Madde özet olarak aynen şöyle: Satış ofisi çalışanlarının söyledikleri, vaatleri bağlayıcı değildir.

Bu cinlik kimsenin aklına kolay kolay gelmez. Sözleşmeye de bir madde olarak kolay kolay konulamaz. Şöyle ki; siz eğer satış ofisi çalışanlarına konut alacak müşteriye her şeyi söyleyebilirsiniz, her şeyi vaat edebilirsiniz, der, sonra da hukuksal olarak kendinizi güvenceye almak, arkanızı sağlama almak için ancak böyle bir cinliği düşünebilirsiniz. 

Peki farkında olsaydım ne yapardım? Önce bu maddenin ne anlama geldiğinin izahını, ne demek istediğini, söz verilenlerin, vaat edilenlerin ne kadar yapılıp yapılamayacağını öğrenerek, altında yatan hinliği sezerek vazgeçebilirdim. Çünkü bugün beklediğim fayda ve yarar zarara dönüşmüş durumda.

Bir daha, bir daha okuyun, uzmanına danışın, uzman kişilerden destek alın. Sinsice eklenmiş bir madde hayatınızı karartabilir.

Emlak piyasasının çöküşü böyle başladı?






Emlak Piyasası Nasıl Çökecek?
Bu yazı 2014'te yazıldı.

Bir süredir pek çok çeşitli ciddi kuruluş Türkiye’yi büyük bir ekonomik krizin beklediğini avaz avaz bağırmasalar bile yüksek bir sesle dile getirmekteler. Bazı insanlar döviz kurlarındaki artışı, bazı insanlar giderek daha da de-stabilize olan bölgeyi, bazıları ise yönetimin baskıcı politikalarının yatırımcıları yurtdışına kaçırmasını buna etkiyen etmenler olarak göstermekte. Bunların hepsinin etkileri ayrı ayrı ve uzun uzun incelenip analiz edilebilir, fakat sürekli gözden kaçan(veya kaçırılan) ancak belki de krizin bel kemiği olacak bir konunun mevcudiyetine de değinmek gerekmekte; emlak piyasası.

Türkiye için sürekli olarak kullanılan ‘gelişmekte olan ülke’ deyimini genelde sanayi ve teknoloji altyapısını halen kurmakta olan ülke olarak anlarız. Fakat işin öbür ve belki de daha önemli olan yüzü şudur ki bu statüdeki ülkelerde gelişmekte olan şey yalnızca altyapı değil esas olarak zihniyettir. Şirketlerin ‘büyük esnaf’ mentalitesinden kurtulup kurumsallaşması, devlet politikalarının teşvik ve düzenlemeler üzerinden piyasaların stabilitesine kefil olduğu ve de ‘yatırımcı birey’lerin paralarını para kazanmak amacıyla seçtikleri yatırım araçlarına yöneltmesi bu sürecin sonundaki üç temel değişim olarak sıralanabilir. Kalanları bir kenara koyarak şunu diyebiliriz ki Türkiye’de ‘yatırımcı birey’ kültürü henüz emekleme aşamasındadır ve de bu emekleme eski kültürden kalma “uzun süreli yatırım” veya “kullanım değeri olan yatırım” öğeleri ile yakından ilişkilidir. Yani basitçe elinde ortalama bir miktarda para olan T.C. vatandaşı bir birey yönelim olarak borsaya girmek veya onun adına parasını yönetecek finansal şirketlere yatırımda bulunmak yerine gidip ev — araba — arsa almayı tercih edecektir. Bunlar kullanım değeri olarak hiçbir zaman işlevsil kılınamayacak öğeler olmalarından ötürü insanların kafasında “güvenli yatırım” olarak yer edinmiştir ve bu da insanların serbest piyasanın tüm sağduyusal çağrılarına aykırı hareket etmelerine ve göz yummalarına harika bir zemin oluşturmaktadır. Kapitalist bir ülkede kapitalizme aykırı hareket eden kapitalist bireylerin yarattığı ikilem ise bize kriz, acı ve gözyaşı olarak geri dönecektir.

Emlak neden alınır?

Bu sürecin nasıl işlediğine veyahut işleyeceğine eğilecek olursak üç temel nokta üzerinden ilerlemekte fayda olacaktır. “Kira ödemeyeyim” diye alınan evlerin etkileri, “Çoluğuma çocuğuma bırakayım” diye alınan evlerin etkileri ve de “En iyi yatırım evdir” denilerek alınan evlerin etkileri. Kira ödememek için alınan evler ya da basitçe ‘kira öder gibi ev sahibi olun’ vaadiyle alınan evler özünde oldukça uzun vadeli borçlarla, o anki piyasa değerinden bile çok daha yüksek fiyatlara insanlara satılan mortgage ve türevi kredi sistemleriyle desteklenen evlerdir. Bunların piyasaya etkileri sürekli bir ev talebi oluşturmak ve mevcut piyasa değerinin dengelenmesine hiçbir zaman izin vermeden sürekli yukarı çekilmesini sağlamaktır. Miras olarak bırakılmak amaçlı alınan evler görece daha ‘düşük’ fiyatlı konutlarla karşı karşıya gelindiğinde “buranın değeri nasılsa katlanır” fikri ile insanları harekete geçiren ve de aslında piyasa içerisinde değersiz bir pozisyonda yer alması gereken projeleri bile kompanse(dengelenmiş) edip değerlerini yükselten bir yaklaşımdır. Buna ek olarak mevcut düzende yüksek tahsil yapmış insanların başka şehirlerde çalışma oranlarını da göz önüne aldığımızda bu evlerin bir süre içerisinde satılık olarak piyasaya tekrar gireceği gerçeği de mevcuttur.

Yatırım amaçlı alınan emlak kısmını ayrı olarak incelemek gerekir, çünkü önceki iki kategori emlak piyasasının gereğinden şişkin olması ve yeni projeleri serbest piyasa mantığına aykırı bir şekilde kompanse ediyor olması dışında aslında kullanım değeri göz önüne alındığında makul bir noktaya oturtulabilir. Yani “tamam biraz pahalıya satın almışız, ama en azından başımızı sokacak bir evimiz var” diyecek insanların ‘akıllıca’ yatırım yapmayarak büyümeye verdikleri zarar ve sebep oldukları değer kaybı iktisatçı olmayan veya kapitalist sistemden pek de haz etmeyen insanlar için o kadar da önemli değildir(her ne kadar pratikte bizi de etkiliyor olsa dahi). Ancak yatırım amaçlı ev alma fikri ülkeyi bi fiil krize sürükleyen, gerçekten konut ihtiyacı olan insanları daha da fakirleşmeye iten ve de tarihin hiçbir noktasında korunamamış olan, yanlışlar ötesi bir yatırım yöntemidir.

Sistem şöyle özetlenebilir, siz bir birey olarak elinizdeki gelir miktarına ve birikiminize göre belirli bir borca girip ev alırsınız. Ardından bu evi kiraya vererekten ondan belirli bir kazanım elde ederken bir yandan da, eğer gücünüz yetiyorsa, benzeri bir yatırıma daha yönelirsiniz. Bu şekilde hem kendi değerinizi elinizdeki emlak yatırımı üzerinden arttırırken hem de piyasadaki talebi yükselterek ev fiyatlarının artmasını sağlıyorsunuz. Buraya kadar her şey güzel gibi görünüyor, ancak atlanılan nokta şu ki sizin ‘değer’iniz emlak piyasasının evlerinize o an biçtiği fiyat üzerinden belirlenirken bankalara olan borcunuz aktüel ve sabit bir değerde. Ev fiyatları arttığı sürece buradan kazançlı çıkan siz olacaksınız, asıl soru ev fiyatlarının ne kadar artabileceği. Şu an Ankara’daki ortalama bir TOKİ evinin değeri 200–250 bin tl arasında seyretmekte, ki bunlar yeni yapılmış olan şehre uzak bölgelerdeki daireler, İstanbul’a girmiyorum bile. Şehir içindeki konutların fiyatlarının ise milyonlarca liradan başladığını görüyoruz. Buna rağmen her yerdeki inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm çalışmaları ile piyasaya devasa miktarlarda yeni ürün arz edilmekte, bu arzı karşılayacak talebin korunabilmesi için ise giderek daha uzun vadeli krediler verilmekte. Yani piyasa bankalar aracılığıyla tüm ülke ekonomisinden durmaksızın likiditeyi kendi üzerine çekmekte.

Peki ne olacak?

Ev fiyatları üstten bir emir ile, devlet politikaları üzerinden veya gizli başka bir yöntem aracılığıyla belirlenmez. Serbest piyasanın diğer tüm öğelerinde olduğu gibi marketteki arz-talep eğrileri üzerinden belirlenir. Eğer günün birinde talep arzı yakalayamazsa fiyatlar düşmeye başlar. Türkiye ise bu konuda uzatmaları yaşıyor. Daha da uzatılamayacak vadelerle 2.000 tl maaş alan insanlara 200.000’lik evleri almaları tavsiye ediliyor, devlet destekli kurumlarla sahte bir güven ortamı oluşturulup insanlara “bir şekil ödersin” deniliyor. Bunun sahteliği ve korunamazlığı ise apaçık ortada, çok temel bir analoji(iki şey arasındaki benzeşme) kurarsak Türkiye’deki emlak piyasasının sonunu saadet zincirlerinin sonuna benzetebiliriz, bir noktada genişleyecek alan, çekebilecek likidite bulamadığında sistem çökecek. Peki ya o zaman ne olacak sorunun cevabı ise süreçsel olarak şöyle cevaplanabilir. Önce ev satışları yavaşlayacak, bu karşılık olarak ev fiyatlarındaki artışı yavaşlatacak ve bir süre daha piyasa sakin, sadece durulmuş görünecek. Tecrübeli yatırımcılar bu süreçte piyasadan çekilmeye başlayacaklar, onları daha az tecrübeli yatırımcılar takip edecek ve yavaş yavaş piyasadaki ‘ürün’ler tecrübesiz yatırımcılar ile o ürünlere gerçekten ihtiyacı olan, yani evleri yatırım olarak değil konaklama ihtiyaçlarını gidermek için satın almış olan insanlarda kalacak. Bu sürecin sonunda ise emlak piyasası büyük bir değersizleşme yaşayacak, yeni projeler duracak, halen elinde emlak ürünü olan insanların ürünleri çok büyük değer kayıplarına uğrayacak. Pratik bir örnek verecek olursak çocuğunuz otursun diye 200.000 TL’ye aldığınız bir evin değeri belki 100.000’lere kadar düşecek, zamanında vermiş olduğunuz ekstra 100.000 TL ise ya sistemden erken süreçte çekilmiş olan yatırımcının cebine gidecek ya da değersizleşme sürecinde havaya karışıp yok olacak. Bu senaryo bir yere kadar kabul edilebilir bir market hareketi olarak dursa bile asıl sorunun tezahürü buradan sonra başlayacak. Çünkü insanlar değer kaybetmiş konutları için zamanında çekmiş oldukları kredileri ödemeye devam etmek durumunda kalacaklar, bu da o insanların senelerce herhangi bir başka işe para yatıramayacağı anlamına gelecek. “E ama bankalara sonuçta o para akacak ve bankalar yine krediler ile yatırımları desteklemeyecekler mi?” sorusunun cevabı ise daha da içler acısı, çünkü bankalar bu süreçte borçlarını ödeyemeyen insanların evlerine el koyup onları düşük fiyatlardan satmakla meşgul olacaklarından aslında yıllar boyunca alacakları o paralar ile ancak kendi zararlarını kompanse edebiliyor olacaklar. Kısacası bu krizin sonunda kazanan ‘komplocu’ kapitalist bir güç bile olmayacak.

Çarpan etkileri

Buraya kadar emlak piyasasının çöküşünün nedenlere ve sebep olacağı değer kaybına değindik ancak bunun daha büyük çerçevede ekonomiye olan etkilerini de görmezden gelemeyeceğiz. Değersizleşen emlak piyasasını birinci düzeyde finanse eden bankalar geri dönüşlerin yavaşlaması ve yer yer durması, borcunu ödemeyen bireyler ve yeni projeleri başarısız olan inşaat girişimlerinin iflasları ile büyük likidite sorunları yaşamaya başlayacak. Bunun karşılığında verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmek durumunda kalacaklar, bu karşılık olarak piyasada yapılacak yeni yatırımların önünü kesecek, ekonomik büyüme yavaşlayacak, dış ve iç yatırımcılar başka pazarlara kayma arayışlarına girecek.

Bunun yanında inşaat sektörü sebebiyle şimdiye kadar sürekli ihtiyaç duyulan hammaddelerin pazarlarında büyük çalkantılar yaşanacak, bu süreçte üretim miktarlarını azaltarak olası iflasları önlemek isteyen şirketler nedeniyle insanlar işsiz kalacak, fabrikalar kapatılmasa bile üretim miktarları oldukça azalacak. Elbette ki bu geri dönülemez bir nokta değil, ihracata yönelmek, emlak dışı sektörlere yönelmek bu piyasaların toparlanması için olası yöntemler ancak piyasalar çevik yapılar olmadıkları için bunlar zaman alacak. Kredi faizlerinin yüksekliği ve yatırımcıların çekiliyor olması ise bu zamanı daha da uzatan faktörler arasında yer alacak.

Devlet krizin derinleşmesini önlemek için müdahale etmek durumunda kalacak. Bankalara ve bireylere düşük faizli kredi veya hibeler sunmak durumunda kalacak. Bunu finanse edebilmek için ise iç-dış borçlanmaya gidecek. Bu hazine bonolarında faiz artışı anlamına gelecek ve devletin uzun süreli borçlanması üzerinden piyasadaki değersizleşmenin bir kısmını devletin yüklenmesi anlamına gelecek. Bu da takip eden senelerde vatandaş olarak ödediğimiz vergilerin bir kısmının bize yol-su-elektrik değil zamanında emlak piyasasında yapılmış hataların kapatılması olarak geri dönmesi şeklinde tezahür edecek.

Dış yatırımcıların çekilmesi ve ülkenin en büyük sektörünün topyekün değer kaybetmesi ise Türk Lirası’nın değerini düşürecek. Döviz değerlenecek, karşılık olarak karpuzdan tuvalet kağıdına her şeyin fiyatı artacak.


Değinmediğimiz, gözümüzden kaçan, tahmin edemediğimiz veya bilmediğimiz pek çok başka etki ve durum da emlak piyasasındaki hareketlere binaen gerçekleşiyor ve gerçekleşecek olabilir. Burada ortaya konulan tablo her ne kadar karanlık olsa da üzücü bir gerçek olaraktan önleyebileceğimiz bir tablo değil. Şimdiye kadar senelerdir takip edilen yanlış trend’lerin ve olası bir krizi devletin sürekli olarak ertelemesinin(bknz. 2 yıl öncesi), yani yabancıların deyimiyle ’emlak balonu’nun patlaması durumu ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin gelişmekte olan ülke mentalitesinden çıkıp kapitalist sistem anlayışına tam olarak entegre olması açısından geçireceği sancılı süreçlerin en sancılılarından birisi olarak da ‘güvenli’ emlak yatırımlarından vazgeçme süreci yer alıyor, bu süreci bilinçli bir şekilde ve yavaş yavaş yaşayacağımıza acılı ve krizli bir şekilde yaşayacak olmamız da bir nevi millet olarak bizim seçimimiz. Bu seçimle yaşamayı öğrenmek ve yaratacağı devasa borçları ödemeye yardımcı olmak ise, istesek de istemesek de en azından önümüzdeki 20 sene boyunca taşımamıza gereken bir yük.

duzensiz.org yayın tarihi : 29 Haziran 2014

Orijinal yayın tarihi: 28.08.2013

18 Ekim 2018 Perşembe

Hayalsiz giden halsiz gider.







1970'li yıllarda, öğrenciliğimizde ders kitaplarının arasında yasak olan Teksas, Tommiks, Zagor gibi resimli romanları heyecanla, merakla, ilgiyle okurduk. Bu kitaplar seri halinde el değiştirilirdi. Anne babalarımız da bizi ders çalışıyor olarak bilirlerdi. Bu kitaplar yabancı egemen bir kültürün ürünü olmalarına karşın bizim dış dünyaya açılan kapımızdı. Bir başka kültürü(!) tanımamıza değil aynı zamanda hayal kurmamıza neden oluyordu. Fakat yasak olanın tadı başka hiç bir şeyde yoktu.
Çocukluk hayalim yıldızlara gitmekti. Gökyüzüne yazı yazmaktı. Kitap yazmaktı.
Hayalimin peşinden gidemedim, fizikçi olamadım, o gündür bugündür içime dert oldu.

Fakat bunun genel kültürle ilgili olduğu; hayal kuranın hayalcilikle suçlandığı, boyundan büyük, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerin peşinden koşmanın anlamsız olduğunun anlatıldığı, empoze edildiği dönemdi. Hangi meslek daha iyi para kazanıyor, ona bakılırdı. Dün de böyle idi, bu günde.

Ama hayalimin peşinden gidemedim ama hayal kurmayı hiç bir zaman bırakmadım.

Yine o dönemlerde yaygın bir argo edebiyatı ve kültürü de vardı. O gün bugünkü gibi bilgiye kolay erişilmiyordu. 

Fakat bir kasaba hayatı içinde çok etkili bir fısıltı gazetesi ve sözel edebiyat vardı.

Mesela ben Namık Kemal'i ders kitaplarından önce tanıdım. Gerçi onun Namlı Kemal olduğu da söyleniyor ya!

'Kalemikibar' diyebileceğim Namık Kemal veya ona yakıştırılan ülgerleri(özdeyişleri), mottoları, fıkraları, aforizmaları çok ünlü ve yaygındı. Bunlardan biri de hiç unutamadığım ve çok sevdiğim şu sözü idi: 

Hayalsiz giden halsiz gider!  

Gerçekten de öyle idi. Hayalsiz olan açık denizlerde her rüzgara göre yön değiştiren, nereye gideceği belli olmayan yelkenliler gibiydi. Sonunda hep başkası olmaktan, mış gibi yapmaktan, başkasının adamı olmaktan kendisi olamıyor ve 'Ben yoruldum hayat' şakısını söyleyen mutsuz insana dönüşüyordu. 

Hayalsiz insan en fakir insandır. 
Hayaliniz yoksa hedefiniz yok demektir. 
Hayaliniz yoksa varacağınız bir liman yok demektir. 
Hayaliniz yoksa dümen suyunda gideceksiniz demektir. 
Hayaliniz yoksa siz özgün bir kişilik olamazsınız. Siz, siz değilsinizdir.

Bugün gençler her şeye emeksiz, bedel ödemeden sahip olmayı istiyorlar. Ve bir türlü tatmin olamıyorlar.

Onun için önce çocuklarınıza hayal kurmayı ve hayallerinin peşinden koşmayı öğretin. 

17 Ekim 2018 Çarşamba

Kiracısı İle Birlikte Sahibinden Satılık!




 Bu ve benzeri emlak ilanlarına sık sık rastlayabilirsiniz. İlan metinleri de kullanılan dil açısından Türkçe'nin bozulmasından vazgeçtik, bazen hukuksal sorunlara yol açacak niteliktedir. 'KIRACISI ILE BERABER ofis SATILIKTIR!' Kiracısı ile beraber satılık! Tabiki anlatmak istediği bu değil ama Türkçe anlaşılan o değil. Bu milyon dolarlık ilanın metninden alıntıdır.

Asıl konuya gelelim.

'Ne iş olsa yaparım abi!' Ülkemizde bir mesleği olmayanların iş ararken kullandıkları en ünlü cümle budur. Ne iş olsa yaparaım! Diyen bir işten anlamayan, bir işin uzmanı olmayan, uzmanlık isteyen bir eğitim almamış işsiz insanların sözüdür.
Biz de herkes her işi yapar!
İşçisi de böyledir, patronu da müdürü de. İşçi kalifiye olmadığı için, patron da kimseye güvenmediği için kontrolü elde tutmak için işi uzmanına havale etmez. Bu durumda geleneksel sürgit devam eder. Uzmanlaşma, iş geliştirme olmaz. Markalaşma önünde güçlü bir engel, bir mania oluşur.
'Nüfusun iş gücüne katılma oranı yüzde 50’leri bile bulmuyor. Kentlerdeki işsizlerin 
yüzde 60’ı 30 yaşın altında. Bunların neredeyse yüzde 85’i hiçbir mesleki eğitime sahip değil.'

Yüzde 85'in mesleki eğitimi, uzmanlığı yok!
Sahibinden mülkünü satmak isteyenler de haliyle bu anlayışın bir parçasıdırlar. Mülk sahiplerinin Emlakçıyı hafife alan, küçümseyen tavırlarının yanında bu küçümsemeye yol açan  özellikle yerel emlakçıların gerek konuşma tarzları, gerek giyim kuşamları, gerek yol yöntem bilmemeleri buna yol açtığı gibi mülk sahiplerinin 'Ne iş olsa yaparım abi'den 'Ben kendi malımı satamayacak kadar aptal mıyım?'a kadar uzanan egosantrik arızi bir görünüm arz etmektedir.
 Oysa satış bir uzmanlık isteyen bir iştir.

'FIYAT AVANTAJINA ILAVETEN EMLAK KOMISYONU DA ELEMINE EDILDIGINDEN 

(Sahibinden satilik) FIYATI DOLAYISIYLA TAM bir YATIRIM FIRSATIDIR.'

Bu cümle de çok sorunlu. Fiyat avantajı olduğunu kim biliyor? 
Ekspertiz raporu mu var?

Emlakçıyı elimine etmek, Türkçesi saf dışı bırakmak. Üstelik bu da tam bir fırsat imiş!
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. 
İyi de müşteri emlakçıya geliyor, ona danışıyor. Uzmanlık bilgisine müracaat ediyor. Ona hizmet bedeli ödemek istiyor. O da müşterisini alıp geldiğinde 'Hayır' deme lüksü var mı? Buna 'yok' demiyorlar. Neden? Çünkü kendileri de hizmet bedeli vermek istemedikleri için müşteriye de bu durumu avantaj imiş gibi lanse ediyorlar.

Pazarlama yetkisi vermiyor, kendisi satıyor, diye bu avantaj oluyor. Bunun bir dezavantaj olduğunun farkında değil. Çünkü kendisi bir satışçı değil. Bu konuda bir uzmanlığı, yetkinliği, yeterliliği yok. Özellikle talebin daraldığı bir atmosferde bu şansı çok daha zayıf.
Milyon dolarlık mülkünü ilana koyarak satış duyurusu yapmakla hedef kitlesine ulaşacağını zannederek yanılıyor. 
Bir; bu tür büyük mülklerin alıcılarının ilan sayfalarını karıştıracak kadar vakitleri genellikle yok.
İki; yatırımcı veya yatırımcı olmayanlar yerin önemi, avantajı, gelecekte sağlayacağı faydaları, yapacağı primi pazarlama ile duymak isterler. Mülk sahibi taraflıdır. Malını överek, yücelterek, göründüğünden daha da abartma eğilimi taşıdıkları için güven ve inandırma sorunu yaşamaktadırlar. Bu tür büyük mülklerin pazarlamasını ancak kurumsal emlak firmaları yaptığı için daha reel, daha isabetli analiz, ekspertiz ederek yaparlar. Satışa hazırlama sürecini pazarlama süreci izler.
Üç; ilanlar güncellenmediği sürece ilk günden sonra en alt sıraya düşerek gözden kaçarlar.
Ve görünürlülüğünüz ve duyurunuz anlamını yitirir. Satıcı sıradan bir yol izleyerek sonuca ulaşacağını sanmaktadır.

Emlakçı, emlak piyasasının en önemli, birincil aktörüdür. Satışların büyük bir yüzdesi 

Emlakçı - Gayrimenkul Danışmanları eliyle gerçekleşmektedir. Çünkü bir mülk pazarlanmadığı sürece satış şansını olasılık ve tesadüflere bırakarak sınırlar. Satıcı bu marifetten, uzmanlıktan yoksun olarak internete ilan koyarak satılacağını, üstelik hemen satılacağını düşünür. 
Bir müşteriye zamanı olmadığı için 'Hafta sonu da görebilirim' demiştim. O da 'Hafta sonuna kadar kalırsa!' demişti. Aylarca satılamadı, hala bekliyor.
Satış söz konusu olduğunda piyasa uzmanı, emlakçı gibi önemli aktörü saf dışı bırakarak ikinci büyük şansınızı kaybetmiş oluyorsunuz.

Bir ürünü profesyonel bir satışçı yapmıyorsa o ürünü tesadifen satılacak hale getiriyorsunuz, demektir.

Ekmeği ekmekçi satar.
Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver, diye boşuna söylememişler.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Emlakta Hizmet Bedeli Vererek Aldatılmazsınız!




ŞİŞLİ BÜYÜKDERE CADDESİNDE EVSİZLERİN GÜNDÜZ UYKUSU

  


   Emlakçıdan ruhunuz duymadan nasıl kazık yersiniz?

    Emlakçının kapısını çalıp hizmet bedeli yani komisyon vermediğiniz, vermek istemediğinizde onun bunu sizden bir şekilde ruhunuz duymadan tahsil edebileceğini aklınızdan bir an olsun çıkarmayın. Bu bencilliğiniz size pahalıya patlayabilir. 'Benden değil karşı taraftan alın', türündeki bencilliğiniz yüzünden çok sonraları ödeyeceğiniz 'hizmet bedeli' çok daha fazladır.
'Kendi işimi kendim yaparım'da bir yoldur ama bu da fiyatı rayiçten yüksek mülk sahiplerinin size ödeteceği bedel yine komisyondan yüksek olacaktır.
'Emlakçıya hiç bulaşmam, kendim de satarım', derseniz, o da eskiden idi. 

Pazarlama işi giderek profesyonelleşti ve sizin bakacağınız mecralar 'sahininden' ler çok amatör kalıyor.
Günümüzde her meslek grubunun ayrıştığı, uzmanlaştığı bu zamanda Emlakçılar yine bu işin uzmanları, yine onlar müşteri buluyorlar, yine onlar pazarlama ve satışı biliyorlar ve sonuçta işlemlerin yüze 80-90'nını onlar yapıyorlar.

Doğrusu nedir?
Doğrusu bir yerden hizmet alıyorsanız, bedelini ödemektir. Uyanıklık, 

gözüaçıklık yapıp karşınızdakini aptal, enayi yerine koymaya kalkarsanız ava giderken avlanırsınız.
Şimdi böyle bencil düşünenlerin nasıl avlandıklarına ilişkin bir yöntem okuyacaksınız.
Noname emlakçılar ya da yerel, mahalli, markasız artık ne derseniz deyin, nasıl isimlendirirseniz isimlendirin kurumsal olmayan, kurumsal zihniyet taşımayan emlakçılar emlak sektörü içinde büyük bir niceliğe sahiptir. Bu emlakçıların büyük bir bölümünün kurumsal emlak firmaları kadar iyi olanları gerçeğini de unutmamak kaydıyla düzgün, ilkeli, kaliteli çalıştığının hakkını teslim edelim.
Bu tür noname, yerel emlakçılar içinde öyle bir kesim var ki emlak 
sektörüne tüy diken, zan altında bırakan, duyduğunuzda sizi 'Bu da mı oluyormuş' dedirten şeyler oluyor. 
Daha önce yazmıştım. Bu memleketin insan malzemesi ne ise emlakçının da aynı kumaştan olduğunu belirtmek isterim. Alıcı da satıcı da aynı kumaştan dokunmuştur. Birbirlerini suçlamaları çok anlamlı değildir.
Bizde bir söz vardır, hemen hatırlatayım: Eşeği yoldan çıkaran sıpanın oynamasıdır, derler.
Bu ne demek? Tek başına emlakçının suçlu olmadığını söylemek demek. 
Biz uyanık, işbilen, gözüaçık geçinmeyi sever, bunu bir marifet bilir, sağda solda ballandıra ballandıra anlatırız. Hizmet alır bedel ödememeyi, birini aldatmayı, kandırmayı, emeksiz geçinmeyi hem fiili olarak yapar hem de sözel olarak bu marifeti paylaşır, çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. 
Fakaaaat bunu size birisi yaparsa kıyamet kopar. Siz yapacaksınız ama kimse size yapmayacak! Bunu size yapan kötüdür ama siz kötü değilsinizdir. Siz en katmerli yalanları söylersinizdir ama 'Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam' dersiniz. Biz böylesine ikiyüzlüyüzdür.
Serbest Piyasa bu ya! Alan razı veren razı, sana ne oluyor, denilebilir? 
Fakat kazın ayağı öyle değil. Bu durumda kimsenin kimseye güveni kalmıyor. Güven ve itibar kaybı o kadar yüksek olunca güven kazanmak da çok zor bir hale geliyor. Güven inşa etmeye çalışan ciddi emlak firmaları bu yaşanan itibar kaybı karşısında zorlanıyorlar.

Şimdi gelelim asıl konuya ve faile. 
Genellikle kentlerin kenar semtlerinde oturan, kendilerini kimi zaman uyanık zanneden, eğitim, kültürel olarak geri olan insanlar birinden hizmet alırken asla hizmet bedeli ödemez, ödemek istemez, ödememeyi de bir marifet zannederler. Uyanıklık, iş bilme, gemisini yürüten kaptandır diye kendilerine övünç payı çıkarırlar. Oysa kendilerini akıllı sanan bu aptal zihin kolayca tuzağa düşer, kolayca avlanır. Kendi cebinden para çıkmadığına sevinirler. Ama önlerindeki yemi yerlerken
yumurtalarının  çalındığının farkında değillerdir.

Bu alıcı kitlesi başından tavrını koyar: Benden komisyon alma!
Bu karşısındaki emlakçıya bilinçaltı(subliminal) bir mesaj gönderir. Mesaj 'beni kazıkla' mesajıdır. 

Alıcı müşteri komisyonun kendisinden alınmamasını istemesinin haklı bir nedeni var mı? Kesinlikle yoktur! 
Hem hizmet alacaksın, hem mal mülk edineceksin, hem para 
kazanacaksın, çıkar sağlayacaksın ama bir bedel ödemeyeceksin!
Toplum olarak da bu giderek hakim bir anlayış haline geliyor. Bedel ödemeden konfor yaşamak!

Peki neden komisyon alınmamasını istemektedirler? Cevabı basittir. 
Cebimden fazla para çıkmasın, bana bedava hizmet et. Peki birisi senin için hizmet veriyorsa; bu tamirci olabilir, doktor olabilir, avukat olabilir, siz de ona bu hizmet karşılığını vermiyorsanız ne olur? Aslında bu sizin hanenize 'Beni kazıkla' mesajı olarak kaydedilir. Bunun farkına bile varamazsınız. İsterseniz kaçın kurrası olursanız olun. Çünkü kötü bir hizmet alırsınız. Bu sizi ya canınızdan(sağlık), ruhsal veya parasal kaybınıza yol açar. 

Alıcı böyle buyuruyor: Benden komisyon alma! 
Alıcının ruh halini bir nebze tarif ettikten sonra bir de satıcıya değinelim.

Satıcı da emlakçıya 'Kardeşim ben 250 bin TL istiyorum. Üstüne koy benim dairemi kaça satarsan sat, gerisi senin' diyor. Satıcı emlakçıyı yoldan çıkaran bilinçaltı mesajı verdikten sonra emlakçı bildiği bütün ahlaki normları bir kenara bırakmakta hiçbir beis görmüyor. 250 binlik daire oluyor 370 bin lira! 20 bin lira da pazarlık payı. Ve alıcı geliyor.
-Son 350 bin olur. Efendim sizden emlak komisyonu da istemiyoruz. 
Alıcının işkillenmesi, şüphelenmesi gerken yerde kendisinden komisyon talep edilmediği için buna seviniyor. Sormuyor. 'Kardeşim sen komisyon almıyorsun, Darülacezze müessesi misin' diye? Tabi buna emlakçının yaratıcı bir cevabı var. 'Efendim, biz komisyonu sadece mal sahibinden alıyoruz.' Bunu emlakçı, alıcı sorduğu için söylemiyor, kendiliğinden, içinde hinlik olduğu için şüphelenebilir diye kendisi ön alarak söylüyor.

Sonra alıcı 350 bine razı olunca emlakçı tapuda alıcının kulağına usulca fısıldanır. 'Sizden komisyon almadığımı satıcı bilmiyor, adama bir şey sormaya kalkmayın, iş bozulur. Pişmiş aşa su katarsınız. Ben satıcıyı ikna 

edene kadar ne çektim' diyerek sufle veriyor. Aynı şekilde satıcıya 

gidiliyor. Ona da 'Biz komisyonu alıcıdan alıyoruz. Ona fiyatla ilgili bir şey 

söylemeyin' deniyor. Tapuda durum ayaküstü böyle idare ediliyor. Satıcı memnun, çünkü o 250 bin lira istemiş, cebine koymuştur. Üzerinin kaç lira olduğu önemli değildir, kendisi öyle söylemiştir. 

Bu durumda bir suçlu aranacaksa birinci suçlu mal sahibidir. Emlakçıya 'kaça satarsan sat diye yol vermiştir.' Gelelim ikincisine; 100 bin lira kazık yiyen alıcı da memnundur. Çünkü komisyon vermemiştir. Sen komisyon almıyorsun da ne yiyorsun ne içiyorsun, bu değirmenin suyu nerden geliyor, bu müessese nasıl dönüyor, diye sormak içinden gelmemiştir? 

Üçüncü suçlu, serbest piyasacılığı çok iyi kavramış biri olan  emlakçıdır ki kendisine sağlanan müthiş bir konfor alanında kimseden 'komisyon' almamış olarak bu işin ahlaki yönünden bağımsızlaşarak, insaf ölçülerini kaçırmış(yüzde 2-3 +KDV) ve mutlu sona ulaşmıştır. Oransal olarak bunun azı, çoğu aynı şeydir.
Herkes ziyadesiyle memnundur.
Gördüğünüz gibi komisyon-hizmet bedeli vermediğinizde kar etmiyor, fevkaladenin fevkinde zarar ediyorsunuz.
Bunlar yaşanmış, yaşanan olaylar. Bu tür çalışanlar, haksız kazanç elde edenler  ilkeli, düzgün, dürüst çalışanlara kıçıyla, kıs kıs gülmekte, saf, bön ve aptal yerine koymaktadırlar. 

Tabi bu yöntem deşifre olup açığa çıkmıyor mu? Bazen çıkıyor. Ender görülen bir vaka olsa da bir emlakçının sonradan, normal olmayan 
yollardan  bacağı topal, kolu sakat kalmış, derin bir yara izi  varsa, 
yanında koruma gibi gezen birileriyle birlikte ise bundan kuşkulanın derim.

Gördüğünüz gibi hiçbir şey şeffaf değil, açık değil, net değil. Böyle bir ortamda güven duygusu nasıl olur?

Bilginiz olsun bu tür gayriresmi komisyon oranlarıyla çalışan emlakçılar var. 

Bunlar öyle yüzde 2-3+KDV olarak çalışmıyorlar. Hiç komisyon talep etmiyorlar.  Aslında deveyi hamuduyla götürüyorlar, yani yüzde 20-30-40 komisyon ile çalışıyorlar.

En güvenli gayrimenkul firmaları yine kurumsal-marka veya kurumsal tarzda çalışan noname-yerel-sokak emlakçılarıdır.

Komisyon verin çünkü hizmet bedeli vererek kolay kolay aldatılmazsınız! 

İlla ki her meslekte mesleki ahlaktan nasibini almamış olanların yol açtığı olaylar yaşanabilir.

Emlakçı benden 'nasılsa benden komisyon almıyor' diye sevinmeyin.
Emlakta en karlı alıcı hizmet bedelini ödeyendir. 
Acaba sizce yapan mı yoksa yaptıran mı ya da üçü (alıcı satıcı aracı) de mi suçlu?


26 Eylül 2018

7 Ekim 2018 Pazar

Gayrimenkulde Entnocentric Tuzak



BİR DÜKKANDA 3 FARKLI EMLAKÇI, BİR DE SAHİBİNDEN AFİŞİ


Bu bir pazarlama kavramı: Entnocentric Tuzak!

Peki Entnocentric Tuzak ne demek? 

Eğer bir ürünün yaratıcısı, üreticisi siz değilseniz, bu ürünün patenti size ait değilse bunu know -how olarak satın alıp kullanmak zorunda kalırsınız.
Sorunda tam da bu aşamada başlamaktadır. Konumuz Gayrimenkul olduğu için bizi bu yanıyla ilgilendiriyor. Bizde Gayrimenkul Pazarına yüzde 90 ağırlıkla yabancı kökenli kurumsal firmalar egemendir. 
Yerli olan marka kurumsal firmalar içerik olarak göz dolduramamaktadır. Bu başka bir yazı konusu. 

Önce şu know -how ne demek kısaca buna değinelim. Know-how kısaca; bir şey yapabilme, bir şeyin nasıl yapılacağına ait sırlar, püf noktaları, teknoloji ve bunu kullandırma bilgisi, tecrübesi ile bu yöntemden en kolay, en verimli olarak nasıl yararlanacağını içeren sırlar demektir.

İşte bu bilgi 100 yıllık gayrimenkul geçmişi, yasal altyapısı, üniversitesi, kurumsallaşmış, gayrimenkul kültürü, gelenekleri yerleşmiş, yasal süreçleri netleşmiş, denenmiş, yaşanmış, tecrübesi ile oluşan bu 'ticari sır'ra sahip kurumsal firmaların hepsi Amerika kökenlidir.

Ülkemizde ise kurumsallarla başlayan süreç çok yenidir ve bu da ithal markalarla başlamıştır. Ürün hizmet sektöründe elle tutulur bir özelliğe sahip, yani bu ürün bir makine olmadığı, sosyal boyutuyla öne çıktığı için bu yüzden de sorunludur ve sorunlu olarak yürümektedir.

Neden sorunludur?

Bir kere ülkemizde bir yasal altyapısı yoktur.
İkincisi akademik düzeyde konu ele alınma şansına sahip değildir. Bu ne anlama geliyor derseniz? Bir kere alaylı yerel emlakçının yanında kurumsalların yarı alaylı bir akıbete maruz kalması demektir. Kısmi, hızlandırılmış haftalık bir eğitim ile, parça bölük işlevselliği tartışılır toplantı, seminer, sempozyum v.s. kurumsalları yarı alaylı tanımlama hakkı vermektedir. Yine çok çok önemli olan bir konu ise bu konuda yerel birikimlerin, tecrübenin, kültürün, akademik düzeyde ele alınarak teorik anlam kazandıracak çalışmalardan yoksun kalmasıdır. Siz gayrimenkulde uluslararası düzeyde ilgi görecek bir teori üretemiyorsanız eğitim seviyenizi akademik düzeye çıkaramıyorsunuz demektir. Tez konu yapamıyorsunuz, araştırma(ar-ge) ve araştırma bütçeleri oluşturamıyorsunuz, bu sefer size hazır verilenle, kopyala yapıştır ithal ve yerelle doku uyuşmazlığı yaşayan bilgilerle pazarda boy göstereceksiniz demektir.

Peki bu durumda ne olur? Entnocentric Tuzak ile karşı karşıya kalırsınız.  Yani kaynağında üretilen ürün know -how'nun dünya ülkelerine hiç bir değişime uğramadan pazarlanmasıdır. Sorun bu. Yerel pazar ile uyumsuzluk yaşarsanız ya silinir ya da el değiştirirsiniz. Pazarlamada buna Entnocentric Tuzak denmektedir. 

Yerelleşmeyi gözardı etmek! Yerel alışkanlıkları, kültürü, inancı, siyasetini, iktisadını gözardı etmek!

Sorun gayrimenkul ithal know -how'nun yerel pazar ile uyumlulaştırılmaksızın birebir uygulanmasında yatmaktadır. Hiçbir değişiklik yapılmadan başka bir ülkede de, dünyanın her tarafında aynı sonuçları vereceği düşünülerek hareket edilmesidir. Yerelleşebildiğiniz sürece ulusal olur, uluslararası düzeyde anlam kazanırsınız.
Yerelleşme sürecini tamamlamadan gayrisafi milli hasılanın yüzde 10'unundan(inşaat) fazla bir büyüklüğe sahip bir alanda Gayrimenkul ile ilgili başta itibar kaybı olmak üzere her sorunla boğuşmaya devam edecektir.

3 Ekim 2018 Çarşamba

Emlakçının Sefaleti: 'Bana bilmediğim hiç bir şeyi söylemediler'




Kurumsal var kurumsal var!

Noname yani mahalle, sokak emlakçıları bu başlığa sevinmesin! Aslında bu eleştiri onların eleştirisidir. Çünkü onların anlayışı ile çalışan bir kurumsal ofisin ve danışmanının sefaletidir.

Data yoluyla edindiğim bir müşteri olan Bay Triko Tekstil  Bayrampaşa'da bir bina arayışı içinde olduğunu kriterlerine uygun bir yer varsa hemen alabileceğini söyledi. Motivasyonu beni ikna edince arayışa girdim.



Bir ilanı inceledim. Bu arayışa uygun kriterlerde olduğu görünüyordu. Hemen telefona sarıldım. Anadolu Yakasında XX kurumsal ofisin ilandaki danışmanı SS görünüyordu.
-İyi günler, dedikten sonra kendimi tanıttım. İşlerini, şahsını hal hatır ettikten sonra esasa geldim. Üstat Bayrampaşa'da M Caddesinde bir binanız görünüyor, doğru mu?
-Doğru abi.
-Burası sizin yetkili yeriniz mi?
-Yetkili abi.
-Tamam, bu da güzel. Benim Bay Triko Tekstil müşterim bu nitelikte bir yer arıyor. Burayı gösterebiliyor muyuz? 
-Sorun yok, sıkıntı yok, dedi.
-Bana burası ile ilgili ayrıntı geçebilir misiniz?
-Olur, hemen geçeyim.

'Hiç biri bilmediğim bir şey söylemedi.'

Ayrıntı Whatsapp'tan geldi. Ben de bu bilgiyi müşteriye geçtim. 
-Hemen bakalım, dedi.
Randevu aldım, Bay SS'de içinde uygun olan saat benim içinde müşteri için de ugun idi. Müşteriyi çağırmadan önce yeri incelemek için erken gittim. İlanda resmi görülen ve konumunda doğru belirtilen binanın önüne geldim ve Danışman SS'i aradı.
-Abi yandaki dükkandayız, hemen dışarı çıkıyorum, dedi.
Fakat bekledim, bekledim dışarı çıkan olmadı, onun yerine telefon çaldı.
-Arkadaş ben konumda belirtilen cadde üzerinde tam resimdeki binanın önündeyim. 
Yoksa yanlış bir yerde mi bekliyorum?
-Abi ben sana söylemedim mi? Oraya paralel F sokaktayım.
-F Sokak mı? Ne alaka? 
-Abi sen U sokaktan gir sağa dön, ben yolun ortasındayım. 

İlk şoku yaşadıktan sonra caddeden önce sağa sonra sola döndüm ve salaş bir giyimle bende hayal kırıklığı yaratan 40 yaşlarında görünen  Danışman SS'i yolun ortasında gördüm. El sıkıştık.
-Bu bina, burası abi, dedi. 
-Bu bina mı? Peki bu ilandaki bina, konum ne oluyor?
-Bir yanlışlık var abi? Nerede? 
-Ne yanlışlığı, yanlışlık sizde, dedim ilanı açıp göstererek. Bu ne?
-Abi sekreter yanlış resim koymuş. 
-Neyi karıştırmış? O bina ile, yer ile bunun ne alakası var? Sekreter bu binayı nereden bilsin?
-Herkes böyle yapıyor abi? Bunda ne var? Siz yapmıyor musunuz?
Bir kez daha şaşırdım.
-Biz mi? Biz? Dedim hayretle. Bu kiralık bir daire olsa haydi küçük bir kusurdur, der geçerdim. Bu milyonlarca liralık bir bina?!
-Abi bunu niye sorun ediyorsun? Bina burada?
-Böyle olur mu? Bir şey soracağım, kusura bakmayın? Size hiç eğitim verilmiyor mu?
-2,5 yıldır bu ofisteyim, bir otelde bir kere toplantıya gittim.
-Zaten belli oluyor.
-Abi sen öyle söylüyorsun da ben CXX, RYY, TZZ, EAA, CVV'nin ne kadar toplantıları, eğitimi varsa gittim. Hiç biri bilmediğim bir şeyi söylemedi.
-Demek size hiç bir şey anlatmadılar? Bu kadar boş adamlar, gevezelik yapıp durdular? Yani siz her şeyi biliyordunuz? Peki bildikleriniz bu yaptığınız ise siz bir şey bilmiyormuşsunuz, ya da onların söyledikleri bu değilse yine siz de bir sorun var! 
Çünkü söylenenleri yapsanız bu durum ortaya çıkmayacaktı? Size aklınızda kalacak bir şey söylemek istiyorum: 'Bir şeyler öğrenmediğiniz hata tekrar edeceğiniz bir hatadır. Ya da 'farkında olmak önlenebilir hasarlardan korunmak için bir silah gibidir.' 
Yani şu durumun farkında değilseniz yine aynı hatayı yaparsınız anlamında.
-Abi ben sana bu sokakta olduğunu söylemiş olmalıyım? Söylemedim mi?
-Söylemediniz tabi?
-Kurumsallar mahalle emlakçılarından daha berbat! sen öyle diyorsun ama?
-Haklısınız. Sizin gibi mahalle emlakçısı zihniyetiyle çalışanlar için bu söylediğin doğrudur.
-Neyse abi bina bu? Abi çok arıyorlar, kapı numarası kaç, bina nerede? Ondan sonra da gidip mal sahibini aramalar, siz iyi bilirsiniz?
-Şimdi siz yetkili misiniz?
-Yetkiliyiz.
-En azından bu iyi. Siz kendi tarafınızdan ben kendi tarafımdan hizmet bedelini alacağım. Siz artık nasıl anlaştıysanız, yetkili iseniz niye korkuyorsunuz? Gelsin bulsun. Yerini söylesen ne olacak?
-Abi şimdi sen öyle dedin, olmadı.
-Niye? 
-Abi yetkiliyim ama...
-Aması ne?
-Adam komisyon vermiyor? 'Karşı taraftan al' diyor.
-Bunu tahmin etmeliydim. Şimdi sen bana niye ortak olacaksın? Buna ne hakkın var? 

Sen burayı satışa hazırlamamışsın? Adam ne dayatmış ise kabul etmişsin?
-Öyle oldu abi. X milyondan bir kuruş aşağı inmiyor. vermem de vermem, diyor. 
-Hani kurumsal eğitimlerinde senin bilmediğin hiç bir şey söylememişlerdi? Kurumsallar böyle mi anlatıyorlar? Önce senin bunu satışa hazırlaman gerekir? Bunun çalışmasını yapacaksın ki adam da senin yaptıklarına saygı duysun, komisyonu hak ediyor, desin. 
Hiç bir şey yapmamışsın, sana adam komisyon verir mi? Bir de iri iri laf ediyorsun? 

'Bana bilmediğim hiç bir şeyi söylemediler' diye.

Müşteriyi çağırdım. Geldi baktı. Makine parkuru ile ilgili bir sorundan dolayı olumsuz neticelendi.

Sonuç: Dikkat ederseniz hatalar ve yanlışlar zinciri birbirini takip ediyor. Bir kaç milyonluk satılık bina alalade bir pazarlama ile pazarlanıyor. Danışman kurumsalın eğitimine aynı yerel emlakçılar gibi bir içgüdüsel bir tepki veriyor. Eğitimin gereksizliğinin, karşıtlığının işine nasıl yansıdığını, onun sefaletini açıklayan bir nesnel bir sunum örneği yaşadım. 
Danışman SS'in söylediği cümle ise çok dikkat çekiciydi: 'Hiç biri bilmediğim bir şey söylemedi.'

O kadar zavallı bir cümle ki!  

İki güzellik bir arada

İki güzellik bir arada

Ya üçüde olmasaydı

Ya üçüde olmasaydı

Mehmet Akif Ersoy'dan

Mehmet Akif Ersoy'dan

Gezi Parkı

Gezi Parkı

Ne Denilebilir!...

Ne Denilebilir!...

Gezi

Gezi

Günün Fıkrası

Deli

1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



Avukat 1




Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

Avukat gülümsemiş.

- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




Avukat 2




George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




Avukat 3




Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

“İki kere iki kaç eder?”

Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

''Kaç olmasını istersiniz?''




Avukat 4




Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




Avukat 5




Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

Avukat açtı ağzını:

“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

Görevli yerin dibine geçmişti.

Sadece:

“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

Avukat onun sözünü keserek devam etti:

“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















Günün Sözü

Homo sum,humani nil a me alienum puto

İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
Zamanın belleği var