Şişli’de çalışmaya başladığım yıllarda beni etkileyen bir çok insan ve hikayesi olmuştur. İsmini şu an hatırlayamadığım orta yaşlarda kimsesiz, hasta ve yalnız yaşayan, Amerika’ya gittiği sanılan birinin cesedi Nişantaşı’ndaki evinde ölümünden 5 yıl sonra bulunuşunun öyküsüdür.
Şişli’deki azımsanmayacak kadar yalnız yaşayan yaşlı insanlar var. Bu insanlar için yalnızlık ölümden de beterdir. Ölümden değil de öldükten sonra aylarca cenazelerinin ortada kalmasından korkarlar.
Peki insanlar neden yalnız yaşarlar?
Şişli bir kent merkezi, üstelik İstanbul gibi kadim ve dünyanın sayılı kentlerinden biri ve Nişantaşı da İstanbul’un merkezindeydi.
İstanbul’da İstatistiklere göre 3 milyonun üzerinde insan yalnız yaşamaktadır. Yalnız yaşamanın bir çok nedenin yanı sıra terk edilme, boşanma başlıca sebeplerden biri.
Boşanmaların gerçek nedenlerinden en önemlisi; ekonomik krizlerin derinleşerek aile içindeki ‘istikrarı’, geleneksel aile yapısını bozması, borçla kurulan evliliklerin kısa ömürlü olması, kadını görece ekonomik olarak kendini daha bağımsız hissetmesi, kadın işgücünün erkeğe oranla tercih edilir olması, yaşı ilerleyen erkeğin genç işsizlerle rekabet edememesi v.s hem genç hem ileri yaşlarda aile içinde baş gösteren kriz ile boşanma şeklinde dışa vurulmasıdır.
Boşanmalardan kadınlar ayrı erkekler ayrı etkilenmektedir. Erkekler hem iktidarlarını kaybetmekte hem de yalnızlaşmaktadırlar. İkisi de erkeğin sonu anlamına gelmektedir. Boşanmaların çoğunda erkek tarafından kadına ‘dön’ çağrısı yapılmasının nedeni budur. ‘Dön’ çağrısına kadın olumlu yanıt vermediğinde sonuç hem kadın için hem erkek için ölümcül olmaktadır. Çoğunlukla göç nedeniyle kent yaşamı içinde feodal ilişkilerin ve bu kültürün bir yer bulduğu ortamın getirdiği bir sonuç olarak, her alanda erkek iktidar iken, boşanarak mekansızlaşan erkeğin itibarı yerle bir olmaktadır. Erkek önce kadını öldürmekte, çoğu olayda olduğu gibi bir kurşun da kendine sıkarak intihar etmektedir. Çünkü boşandıktan sonra boşluğa düşen erkek bir travma yaşamakta, rehabilte edilmez ise vahim bir tabloya imza atmaktadır. Yalnızlığa alışamayan erkek, yalnız yaşamak ile ölmek arasında bir tercih yapmakta sonuç hem kadının hem erkeğin ölüm fermanı olmaktadır. Gelir ve eğitim seviyesi düşük yerlere oranla kent merkezleri yalnızlığı tolere ve rehabilite edecek durumdadır.
Konumuz yalnızlık olduğu için başkaca nedenleri irdelemedik.
Sabredin asıl hikaye biraz sonra… Asıl hikayeye girmeden bir iki saptama yapmama izin verin.
Kent merkezleri demokrasi ve özgürlük talebinin en yüksek olduğu yerlerdir. Buralarda yaşayanların beklentileri ve standartları yüksektir. Bu beklenti, her ne kadar aynı sorunlar farklı biçimlerde yaşansa da kadın erkek ilişkilerinde de kendini göstermektedir. Buralarda kadın milliyetçiliği olan feminizme açık kapı bırakan, protesto duyarlılığı görece var olan yerler olarak karşımıza çıkar. Kent merkezindeki demografik yapıyı oluşturan çeşitli unsurların varoşlarda yaşama, hayat bulma şansları yoktur. Siz hiç varoşlarda bir LGBT bireyi, bir Ermeni, bir Yahudi, Rum…v.s yaşayan birini göremezsiniz.
Kent merkezlerinde yaşıyorsanız kendinizi kentli, yani algıya baktığımızda Şişli’de iseniz kentli Esenler’de iseniz köylüsünüz. İşiniz gereği kent merkezinde çalışan, yaşam alanı olarak varoşlarda yaşayanlar, gündüz kentli gece köylü olmaktadırlar… Aslında insanlar göçle, küçük köylerinden kentin varoşlarına, büyük köylere gelmişlerdir. Bunun kentle, kentlilikle hiçbir ilgisi yoktur. Bir kentte hem köylü hem kentli olarak da yaşayabilirsiniz. Ama kentli olmak, kent merkezlerinde yaşamaktır. Buradaki havayı solumaktır… Kent olanaklarını talep etmektir.
Varoşlarda tek başına yalnız yaşamak, desteğiniz yoksa hemen hemen imkansızdır. Çünkü size potansiyel suçlu muamelesi yapılır. Erkek olsanız da kadın olsanız da önyargılar değişmez.
Başka bir cephesinden de bakacak olursak:
Evet, kent merkezlerinde yaşayan insanlar, ‘kalburüstü’ insanlar, varoşlarda yaşayanlar da ‘kalburaltı!’ Kent olanaklarını sonuna kadar kullanan ve yaşayan bu kalburüstü kesim ile hayatı yaratan, üreten kalburaltı kesim arasında zıtlıklar nerden bakarsanız bakın sınıfsal farklılıklardan kaynaklanır.
Kısaca özetlemek gerekirse:
Sokaklar çalışır, caddeler yer!
Kapitalizm sürdüğü sürece de bu böyle! Sokaklar ile caddelerin savaşımı her zaman sürecektir.
Konumuz yalnızlık ve bunun resmi olduğu için bu konuyu bir kenarda tutalım.
Sokaklarda yaşayanlar, çalışanlar onlar için gizemli, sır dolu dünyayı keşfe çıkarak caddelere gezmeye gelir, caddeleri merak eder, caddelerin vitrinlerinde ürettiklerini görmeye bayılırlar. Kendi ellerinden çıkan ürünler onlar için erişilmez bir dünyadır. Artık vitrinlerde erişilmez fiyatlarla sergilenmeye başladığı andan itibaren kendilerine yabancılaşmaya başlamıştır.
Vitrinler de bu insanları kendine yabancı sayar, üstten bakar, dışlar, mesafe koyar, kendine yaklaştırmaz.
Osmanlı’dan, belki Osmanlı’dan çok önce Şişli’de yaşayan Rum, Yahudi, Ermeniler, yaşadıkları sıkıntıların etkisiyle (en trajik olanı 6-7 Eylül) nefes alamayınca gençleri Amerika, Kanada, Fransa, İsviçre gibi kentlere gitmiş, geride kalan anne babaları ise buraları ata toprağı bilmiş, terk etmemişler ve giderek kimsesiz ve yalnız kalmışlar. Bu belki olayın sadece bir tarafı…
Bu durumda o kadar yalnız yaşayan var ki?
Evcil hayvanlar sadece yalnızlığı değil, bir çok psikolojik rahatsızlıkların terapisinde de rol oynuyor.
Bu konuda Şişli Belediyesi bir proje geliştirilebilir, hatta iki… Her ay birkaç defa bu insanlar hatırlayacak, hatırlarını soracak bir formül bulabilir. Onlara yalnız olmadıklarını hissettirebilir. Boşanma sonrası erkekler veya kadınlar için bir başka proje geliştirebilir.
Bu yalnız insanlar çoğunlukla evcil hayvanlarla birlikte yaşarlar. Onlarla konuşur, dertleşir, içini dökerler. Onlarla o kadar içli dışlı, o kadar benimser, aileden biri gibi sayarlar ki bu evcil hayvanlar öldüklerinde en yakınlarını kaybetmiş gibi yas tutar, ilan verirler.
Belki İstanbul’un başka yerlerinde görmeyeceğiniz kadar hayvan veterineri ve petshoplar var. Yalnız yaşasalar da yaşamasalar da her evde aşağı yukarı bir evcil hayvan bulunmaktadır.
Bu yüzden, Şişli’yi büyük bir Darülaceze’ye benzetirim.
Bir çok öykünün yanında beni ikinci etkileyen ise Adalı, 90 yaşındaki Arap İsmail adıyla maruf İsmail Yılmaz… İsmail amca 90 yaşında hala çalışıyor… Aynı zamanda Fenerbahçeli Lefter’in de adadan yakın arkadaşı…
Gelelim sonrasına…
Kurtuluş Caddesi’nde bir vesile ile tanıştığım bir daire sahibi müşterim oldu. ‘Ben kılım ama…’ diye başlayan bir cümle kuracak kadar kendisiyle barışık, titiz mi titiz, insanın sabır sınırlarını zorlayan biri. Daha önce evini kiraya verdiği insanlarla mahkemelik olmuş, yani kısaca sütten ağzı yanmış biriydi.
Evine götürdüğüm müşterinin sayısını hatırlamıyorum. Bu memlekette onun kriterlerine uyan çok az insan olmalı. Standartları çok yüksekti. Hepsini ince bir elekten, sınavdan geçirir, çoğuna bir kulp bulurdu. Kiralamaya gelenler ‘Tamam sınavdan geçtik’ diye sevinecekleri sırada, ‘Son bir soru soracağım? Evcil hayvanınız var mı?’ Diye bir soru ile karşılaşınca bu soruya ilkin anlam veremezler… ‘Efendim benim kedim köpeğim zararsız, sesi çıkmaz, gözü görmez, yaşlı, terbiyeli, eğitim sertifikalı, diploması var… Yok bir tane… Dört taneden ne olacak? Kimseye zararı olmaz!’ Türünden itirazları kesinlikle kabul görmez ve evi beğenenlerin sevinçleri kursaklarında kalırdı. Hiç kimsenin ev kiralayacağım, diye evcil hayvanından vazgeçtiğini görmedim. Ev sahibimiz bu yüzden kesinlikle yalnız yaşayan veya çocuksuz karıkoca istiyor. Evcil hayvan olmayacak… Çocuk olmayacak! Referansı güçlü olacak… V.s.. V.s..
Halen avukatlık yapan yaşlı bir hanımefendiye ev sahibimiz merakla sordu.
-Efendim sizin oturduğunuz yer buradan güzel.
-Güzel ama feci bir asansör kazası yaşadık. Kırk yıllık komşum tatilden dönerken asansöre binmek istedi. Elinde valizle asansör kapısını açınca boşluğa düşüp feci bir şekilde öldü. Olay hala gözlerimin önünde. Benim için kabustu. Asansörü mühürlediler. Beni kimse kovmuyor ama artık orada oturamam.
-Evcil hayvanınız var mı?
-Dört tane! Dört kedim var! Onlardan asla ayrılamam!
-Olmaz!
Hep bu minval üzere yürüyen konuşmalardı. Bir gün aynı ofisten bir arkadaşım Kurtuluş Caddesi’nde ev arayan bir müşterisi olduğunu söyledi. Müşteri ile telefonlaşıp adreste buluştuk.
-İsminiz?
-Aslı… Aslı P… Gazeteciyim… Eşim Amerika’da… Eve ben bakacağım! Ben beğendikten sonra sorun yok!
Referans güçlü!
Aslı P... evi beğendi. Kafasında ev eşyalarını konumlandırdı. Bir yandan da ev sahibi kiracısı olma olasılığı olan kadını inceliyor, arada sorular soruyordu. Aslı P... eşinin rahat ve huzurlu bir ortamda çalışması gerektiğini, burasının da ona uygun olduğunu söyledi. Evde olası değişiklik yapmak isteği ev sahibinin kaşlarını kaldırmasına neden olduğu gibi, bu inisiyatif devri pek hoşuna gitmedi. Ortamı yumuşatma, gerilimi yatıştırma işi bana kalıyordu. Aslı P...’nin yazar olduğunu, eşinin de merkezi Taksim’de bulunan bir gazete ve televizyonda çalıştığını söyleyerek ev sahibinin rahatlamasına neden oldu.
Aslı P... evi beğendi beğenmesine ya, bir de arkadaşlarının da onayını alma ihtiyacını hissetti. Genellikle ev satın alanlar ve kiralayanların bilirkişileri olur. Onlara da danışma gereği duyarlar. Bizler de alışığız. ‘Olur’ dedik. Bu ‘bilirkişi’lerin genellikle kanaatleri olumsuz olurdu.
Sesli düşünüyordu. ‘Burada kim var? Kim oturuyor! Hah! Mehveş! Mehveş! Burada oturuyor. Çağırayım gelsin, bir de o baksın!’ Hemen telefon etti. Arkadaşı da onu kırmadı. Biraz sonra ufak tefek, gözlüklü bir kadın çıkageldi. Baktı, o da beğendi, ‘olur’ verdi. Mehveş ismi bana bir yerlerden tanıdık geliyor ama nereden derken, neden sonra hatırladım. Mehveş E...! Ama onun Mehveş E... olacağını düşünemiyorum. Sonra merakımı yenemedim sordum. Evet… Bir gazetede köşe yazarı, zaman zaman çıkışlar yapan duyarlı bir yazar Mehveş E...!
Peki Aslı P...’nin konumuzla ilgisi ne?
Bir resim…
Nesli tükenmişlerin resimleri
Aradan bir süre geçmişti. Kazım Orbay Caddesi’nden Arpasuyu Sokağa, oradan da Abide-i Hürriyet Caddesi’ne, yine oradan Rumeli Caddesi’ne döndüm. La Bella Düğün Salonu’nu geçtikten sonra (La Bella’nın yeri otelciye satıldı, taşındılar) köşedeki kumaşçının vitrinine yaklaştığım sırada sanki bir el bana ‘dur yolcu’ işareti yapmıştı. Ben de durdum, kumaşçının vitrinine baktım. Vitrin yukarıdan aşağı eski resimlerle dekore edilmişti. İlk defa eski resimlerin dekor olarak kullanıldığı bir vitrin görüyordum. Bir süre şaşkınlıkla resimlere baktım. 1910-20-30-40-50li yılların resimleri… Resimler o yılların yaşam tarzlarını sergiliyordu. Hatta tanınmış sanatçıların, yazarların, o zamanın jet sosyetesinin kendi, özel aile resimleri… Bu resimler neden bir ticari işletmenin vitrinini süslerdi? Mağaza sahibinin bu resimlerle özel bir ilgisi mi vardı? Kendi özel arşivi miydi? İyi de neden dekor malzemesi için kullanıyordu? Özel hayatlar neden deşifre, afişe ediliyordu? Merakla içeri girdim ve ilgili birine sordum.
-Biz bu resimleri dekor için Beyoğlu’ndaki sahaflardan topladık. Bizimle hiçbir ilgisi yok! Satılıyor, siz de bulabilirsiniz!
O güne kadar hiç dikkatimi çekmemişti. Daha sonra bu sahaflara gittiğimde gerçekten eski resimlerin satıldığını gördüm. Bu nasıl bir şeydi? İnsanlar öldükten sonra bu resimlere çocukları sahip çıkmamışlar mıydı? Demek her şey buraya kadardı. Bir neslin sonuna gelinmiş, varisler olmayınca ev, ev eşyaları, kitaplar, hatta para edeceği düşünülerek resimleri bile pazara düşmüş, alınıp satılmış, hala satılıyordu.
Bir insana ‘satılmış’ derseniz bu hakarettir. Ama bu ülkede insanlara kutsallara adanmış anlamında isim olarak ‘Satılmış’ adı konuyordu.
Bu resimler de bana hüzün verdi. Bir köle efendi ilişkisi aklıma geldi. Resimler bu şekilde bir ‘köle ve esir’ gibi, bu şekilde bir muameleye tabi imişler gibi düşündüm.
Aklıma Ara Güler’in yıllar önce Eminönü’nde çektiği resimde (en öndeki kişi), babalarını tesadüfen tanıyanların resme sahip çıkma mücadelesi geldi.
Acaba hangi düşünceyle tanımadığınız bir hayatı satın alabilirdiniz? Ya da bir dekor için bu hakkı kendinizde görüp teşhir edebilirdiniz? Bunun sanatla ne ilgisi vardı?
O tarihteki yaşamı merak etmek, o tarihten bir belgeye sahip olmak, giyim kuşam konusunda, yaşam tarzı konusunda bir fikir sahibi olmak, saç modeli, elbise modeli, mobilya v.s merak konusu olabilir… Ama en kötüsü benim resmimin bir ticari meta olarak değer görmesi… Kim bilir kaç kuruşa alındı bu resimler…
Kim bilir:
Kaç kuruşluk adamsın? Ya da… Ne idim demeyeceksin ne oldum, diyeceksin… Ne bileyim? Güzelliğin on para etmez, ben senin resimlerine 3 kuruş vermesem… Sosyetesin ama düştüğün hale bak, resimlerin 3 kuruşa satılıyor… Muhabbetleri olmuş mudur? Bu resimlerin sahipleri bu hale düşeceklerini öngörmüşler miydi?
Peki ne olması lazım? Nesli tükenen insanların resminin de yok olması mı lazım? Ne hazin? Siz de resminizin bu vitrinde yer almasını, pazara düşmesini ister miydiniz?
O an aklıma geldi. İnternette de bu bir ara dolaştı. ‘Seni hatırlayacak en son insan öldüğünde sen de yaşamamış olacaksın!’
Vay be! Bu hayatta bir iz bırakmadan çekip gitmek, yaşamamış gibi? Nasıl yaşadığında ayrı bir konu ya!
Bu dünyada yaşadığına dair bir belgen, bir eserin varsa senin yaşadığını kim inkar edebilir ki?
İşte resim de bu hayatta yaşadığınıza ait bir delil, kanıttı, her ne kadar bir mezar taşınız olsa da…
Vitrin önünde uzun süre hüzün dolu resimlere baktım. Benim hayatımda böyle afişe olsaydı? Sonra Facebook’da, Twitter’da, İnstagram’da insanlar özel hayatlarını, mahremlerini çarşaf çarşaf yayınlıyorlardı. Ne farkı vardı? Bu teşhirciliğe neden şaşırıyordum ki? Bunu neden yapıyorlardı? Bir ünlü henüz sosyal medya keşfedilmemişken şunu söylemiş: ‘Herkes hayatında 15 dakikalığına ünlü olacak!’
Herkes bir şekilde ünlü olmaya bakıyor! Belki ben de…
Bir kış günüydü. Sokakta lapa lapa kar yağıyordu. Yerler 15-20 cm kar tutmuştu. Hava bayağı soğuktu. Şişli Kazım Orbay Caddesi’nden yürüyerek otobüs duraklarına gidiyordum. Şöyle bir kırk elli adım atmıştım ki, sarı yanan bir sokak lambasının önünde sinekler gibi uçuşan lapa lapa yağan karın altında çöp poşetlerinin yanında eski tip ahşap sarı renk bir çerçeve içinde, bir zamanlar çok değerli olduğu her halinden belli bir resim, özenle dik bir şekilde oraya konmuş gibiydi. Kapı önüne konulmuş muamelesi yapılan resimdeki şahıs ısrarla bana bakıyordu. Sanki ‘Yıkılmadım, ayaktayım’ diyordu. Sanki istemeye istemeye kapı önüne konmuş gibiydi. Ama birinin de sahip çıkması arzu edilmiş gibi dimdik duruyordu. Bir süre resme baktım. Resimdeki yalnız insan bu soğukta üşüyor, gözlerimin içine bakarak yardım istiyor, gibiydi. Başımı kaldırdım apartmana baktım. Hangi kattan bu resim sökülüp atılmış, hangi katta bu tasfiye yapılmıştı. Eski bir hatırayı sokağa koyacak, ondan vazgeçecek neden ne idi? Neden bu hatıraya sahip çıkmamışlardı? Yoksa bir devrin, bir neslin sonu muydu? Bu resmin kimsesi kalmamış mıydı? Ellerim cebimde lapa lapa kar yağarken hüzün ve hazinle bana bakan resmin her ayrıntısına kadar inceledim. Kim bilir? Bu apartmanda bir zamanlar nasıl bir hayat sürmüştü? Resmin önündeki apartman 1968lerde yapılmıştı. Şişli unutmayalım, ilk apartmanlaşmanın olduğu yerdi. Bir resme bir apartmana bir daha baktım. Bu resmin sığınacak hiçbir yeri, bu resmi misafir edecek hiçbir yürek kalmamıştı. Büyük bir olasılıkla bu resimdekini tanıyordum ve kim bilir kaç kez selamlaşmıştım. Adını hatırlamaya çalışıyordum, hatırlayamadım. Acaba çöpe giden bir hayat mıydı? Bu hayat çöpe gidecek kadar değersiz bir hale nasıl gelmişti?
Mal canın yongasıydı? Can gidince malın ne önemi vardı? Mal canın yongası resim ise ta kendisiydi! Candan da vazgeçilmiş, sureti resimden de!
Nazım, Dino’ya ‘Mutluluğun resmini yapabilir misin?’ demişti. Abidin Dino’nun sandığım gerçekte ise Dianne Dengel ’e ait bu resim sanki Nazım'a verilmiş bir cevaptı. Her duygunun resmini yapmak mümkün! Yalnızlığın da resmini yapmak!... Mekanlar da insan yüzüne benzer. Mekanlar da sizin yüzünüz gibi mutlu, hüzünlü, kasvetlidir. Her mekan, insan yüzünün içerdiği çeşitlilikte duyguyu dışa vurur. Ressam sadece insanın görünen yüzünü değil, içindeki duyguları da hissedip resme yansıtır. Resimdeki farklılık bu yüzdendir. Ticari bir kaygıyla resminizin size birebir, tıpa tıp benzemesini isterseniz, haklı olabilirsiniz. ‘Parasını verdim, aynısını istiyorum’ diyebilirsiniz.
Her resim o anın resmidir. O anı, o zamanı yansıtması gerekir. Şiir yazanların çoğunda bir hastalık derecesinde bir özellik vardır. Şiirlerini tüm zamanlara göre yazarlar. Taş devrinde de uzay çağında da okusanız hangi devirde yazıldığını bilemezsiniz. Bu hastalık ressamlarda da, başka sanat dallarında da vardır. Bu yüzden çok yetenekli olsalar da çok güzel yapsalar da benzerleri o kadar çoktur ki, yaşadığı çağın sorumluluğunu, duyarlılığını taşımayan bu şiirler, bu resimler enflasyon yaratmaktan öteye geçemez, değer taşımazlar. Bu akımın adı Enflasyonizm’dir. Hayatta karşılığı olmayan hiçbir şey sizi ikna edemez.
Yakın zamanda ev için bir müşteri aradı.
-Ben dizilerde çalışıyorum.
Bu müşterimin setlerde sesçi olduğunu öğrendim. Yaşlı babası ile birlikte kaldığını, asansörlü bir yere ihtiyaç duyduklarını belirtti. Sonra daireye baktı, beğendi, ev sahibi de görünüşte kriterlere uyan müşteriye olumlu baktı. Ortak tanıdıkları çıktı.
-Bir de babam baksın! Dedi. Bir sonraki gün buluştuk, babası da geldi. 84 yaşlarında sarı renk bir gözlüğüyle dikkatli yürüyen bir beyefendi. İsmini sordum.
-Aram… Dedi.
-Aram bey… Ben bir Aram Tigran’ı, bir Aram Gülyüz’ü… Bir de Ara Güler’i bilirim, dedim.
-Ben Aram Gülyüz! Dedi. Şaşırdım!
O da eve baktı, beğendi, eşyaları konumlandırdılar. Bu arada hayatını kaybeden Sümer Tilmaç’tan konu açıldı. Gazenfer Özcan Tiyatrosu’ndan nasıl buralara geldiğini, kendini nasıl sevdirdiğini, mert biri olduğunu öğrendik.
-Daha bir gün önce konuştuk. Nasılsın? Dedim. Turp gibiyim abi, dedi.
Bu arada Aram Gülyüz’ün TRT’ye Zaman Makinesi’ni çektiğini yeni bir projesi olduğunu da öğrendik.
Bizim henüz TRT dışında televizyon kanallarının olmadığı 80’li yıllarda video kulüp işletmeciliğimizden sinema dünyası ile bir yakınlığımız, bir duygusal bağımız, olan bitenden haberimiz vardı. Aradan 30 yıl geçtikten sonra bu insanlarla zaman zaman Şişli’de karşılaşma fırsatım oldu.
Evi gezmeye devam ediyoruz. Bu arada evde bulunan ankastre dolapların işe yarayacağından dem vuruyoruz. Derken gardırobun kapılarını içini göstermek için açtım. İçinde bir resim çerçevesi hapsedilmiş gibi tek başına duruyordu! Ev sahibine kim olduğunu sordum.
-Aslı’nın…
-Aslı? Aslı? Aslı P...! Dedim… Daha önceki kiracı… Resme dikkatlice baktım ama çıkaramadım.
-Resmini bir ressama yaptırmış! Kendine benzememiş, diye burada bıraktı, götürmedi.
-Kendine benzemese de resme, ressama karşı vefasızlık! Yavrusunu terk eden bir anne gibi geldi bana!
-Kendine benzetememiş!
-Aslının terk ettiği, yalnız bıraktığı resim! Kendine tıpa tıp benzemesi de gerekmiyor. Bu o zaman sanat olmaktan çıkar. Sanatın bir taklit, taklitlerin de kusurlu olduğunu, aslına benzediğini, aslını yansıttığını, bire bir aynısı, fotokopisi, bir kopyası olmadığını, eser sahibinin iyi-kötü yetenekte olabileceğini konu dışında tutarak anlattım. Tıpa tıp aynısı olursa bunun sanat olmayacağını… O duyguyu veriyor mu, ona bakmak lazım geldiğini anlattım. Bir an kendimi otorite zannederek ahkam kestim, sanat eleştirmenliğine soyundum. Eh, biraz resme düşkünlüğüm vardır.
Bu tavırdan etkilenmediğimi söylersem yanlış olur. Sonra bu resmin aslına internette rastladım. Aslı’nın hakkı vardı. Resim Aslı’na benzememişti. Ressamın yetenekli ama eğitiminin eksik biri olduğu gerçekti. Olsun! Bu hatalar bile onu önemli yapmaya yeterdi. Tıpkı hatalı basılan paraların çok değerli olduğu gibi.
Oysa bu resmin sahibi bir gazeteci bir yazar idi. Bunu da iyi bilmesi gerekir, diye düşündüm. Bir romanın kurgusu yüzde yüz gerçek olabilir mi? Olamaz! Bir yazar da olsa konunun içindeki her ayrıntıyı, her şeyi bilebilir mi? Bilemez! Olsa olsa gerçek hayatın bir taklidi olabilir. Aslı değil, aslı gibidir. Kısaca bu resim bir noter belgesindeki kaşe gibi; ‘aslı gibidir.’ Aslı gibi… Aslı değil! Bir yazar ya da ressam bir şeyin resmine baktığı zaman sizin göremediklerinizi görür, kendi üslubunu, tarzını sanatına yansıtır. Bu da onu ‘Aslı’ olmaktan çıkarır, onu biraz da ‘Kerem’ yapar.
Bilgisayarın başına geçtiğimde resmin ‘aslı’ ile karşılaştım!
Tamam! Resim ‘aslı’na benzemiyordu ama ‘aslı gibi’ydi. Ya da 'Ben seni böyle görüyorum' diyebilir mi? Der... O zaman onun bakış açısını, sanatını, tekniğini, anlayışını tartışmaya açarız.
Gelelim işin aslına…
Bir ressamın resmi size benzemiyor olabilir. Yine de bir değeri vardır. Kendinize ait bir şeyden vazgeçmek, ona miadı dolmuş eşya muamelesi yapmak cezalandırmak gibi olur. ‘Bana benzemiyorsan hayatımdan çık! Hayatımda yerin yoktur’ Eğer bir şey size benzemiyorsa, yabancı geliyorsa sonu hüsran! Yok saymalısınız! Ya sev ya da terk et! Diyerek ondan kurtulmalı mısınız? Benden değilsen, yanımda yerin yoktur! Böyle bir his, böyle bir duygu ne hoşgörüyü içerir ne de empatiyi… Belki de sanatçı ruhunu yüzüne yansıttı… Belki böylesi daha güzel! Olamaz mı?
Sonuç ne oldu?
Ev sahibinin öğrenmek istediği her şeyi müşteriden öğreniyor, ev sahibinin ölçütlerine uyan, ön elemeden geçen müşterilere evi gösteriyorduk. Biz bu ev sahibimiz için çöpsüz üzüm, kemiksiz et arıyorduk!
Efendim bıkmadan yorulmadan evi müşterilere gösteriyor, anlatıyordum. Sabırlı olmayı bu ev sahibinden öğrendim. O ne yaparsa yapsın, nasıl engel çıkarırsa çıkarsın ben de bir onun kadar inatçı olacaktım, yılmayacaktım. Artık zamanla yadırgadığım şeyleri kanıksama yönünde bende bir eğilim belirmişti. Buna hoşgörü mü, empati mi, denir, siz karar verin.
Aram Gülyüz de bir çokları gibi evi beğendi, her şey yolunda gidiyordu. En zor şey müşterinin evi beğenmesidir. Müşteri beğendikten sonra iş bitmiştir, gözüyle bakmamayı ben bu ev sahibinden öğrendim. Sadece baraj sorusunu geçmiş oluyorduk, o kadar!
Bizim ev sahibi o meşhur bombasını patlattı.
-Efendim, evcil hayvanınız var mı?
-Bir tane köpeğimiz var. Yaşlandı, gözleri görmüyor, başını sağa sola çarpıyor. Yerinden de kalkmıyor. Varlığını hissetmezsiniz. Gençliğinde 2 ay eğitim aldı. Benimle birlikte yaşlandı. 17 yaşında! Vazgeçemiyorum!
-Olmaz! İşte bu olmaz!
-Zararı yok ama… Düşünelim, dedi. Bu ‘Düşünelim’ sözcüğü bizim meslekte diplomasi dili gibidir. Gerek müşteri gerek ev sahibi ‘Düşünelim’ dediğinde bu kibarca ‘hayır’ anlamına gelir.
Hem onlar hem ben o kadar dil döktük ki… Hepsi boşa gitti.
-Ben de evcil hayvan baktım. Bilirim. Tırnaklarıyla kapıları oyuyorlar… Dört duvar arasında o hayvancağızlara yazık. Ben aslında karşıyım. Hayvan akşam seni bekleyecek de çişini kakasını yapacak! Bu hayvana işkence değil mi?
-Ama hayvanların biyolojik saatleri var. Sonra eğitimli, diplomalı, yaşlı, gözleri görmüyormuş, hareketsizmiş… Biliyorsunuz… Şişli’de çoğu insanlar yalnız yaşarlar. Genellikle de yalnız insanlardır. Bu yüzden dostluğuna, arkadaşlığına ihtiyaç duydukları evcil hayvanları vardır. Hatta insanlar ‘Bir kedim bile yok!’ diyerek yalnızlığın ne kadar ölümcül bir şey olduğunu açıklamaya çalışırlar. Bu evcil hayvanlarla kurulan ilişki zamanla o kadar ilerler, paylaştıklarınızla o kadar duygusal bir bağ kurarsınız ki… Ölse ya da kaybolsa evinizden bir cenaze çıkmış gibi olur. Hatta bir yakınınız için ölüm ilanı vermek aklınıza gelmez ama bir kediniz, köpeğiniz için ilan vermekle kalmaz, bulana binlerce liralık ödül vaat edersiniz. Türünden ev sahibine döktüğüm dilerin hiçbir etkisi olmadı.
-Düşünelim, dedi.
17 Haziran 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder