21 Aralık 2018 Cuma

GAYRİMENKUL DANIŞMANLARI NEYE, NEDEN İNANIR?






Gayrimenkul ile ilgili eğitimler teorik düzeyde sadece kulak dolgunluğu ile yetinilebilecek bir şekilde verilmektedir.

Bunun 2 sorunsalı vardır.
Birincisi sektör dışı eğitmenler ya da önerilenlerin yapılması halinde başarının garanti olduğunu ileri süren yaklaşımla hareket edenler.
Kişiler ilkokuldan üniversiteye kadar çeşitli dallarda eğitim almaktadır. Veya bir aşamada herhangi bir nedenle kesintiye uğramakta olabilir de. Bu süreçte artık belli bir yaşa gelmiş,  kişilikler oturmuş, kimlik ve karakterimiz doğru ya da yanlış kemikleşmiş, sabitlenmiştir. Okuyor, araştırıyor, sorguluyorsak daha esnek davranabilir, önerileni algılamada, kabul etmede, hazmetmede daha hızlı olabiliriz. Zira okumuyor, sürekli yenilenmiyor, hele bir de esnek bir yapı içinde değilsek, toplumun önyargılarını, ezberlerini kendimize fikir edinmiş isek durum oldukça zordur. Tam da bu  nedenle bir ciddi rehabilitasyona ihtiyacımız var demektir. Bu hiç de kolay bir şey değildir. Çünkü hiçbirimizde 'Geçmişnizi siliniz' diye bir buton yoktur.
Gayrimenkul Danışmanı satışçı okulunda akademik bir formasyondan geçerek bu işe başlamadığı için önce bu önyargı ve ezberlerle başa çıkmak zorundadır.

Sağlam çocuklar yetiştirmek, bozulmuş yetişkinleri düzeltmekten daha kolaydır. / Dostoyevski

Sanırım bu sözden sonra demek istediğim daha iyi anlaşılıyordur.

Danışman durumunun farkına varması ve kendini rehabilte etmesi son derece zordur.

Bir de kişiliklerin farklı olması farklı alanlarda daha başarılı olmamızı gerektirdiği için hepsini başarma zorluğu çetin, imkansız bir görev olarak algılanmaktadır. Bu da bir fren mekanizmasını devreye sokmaktadır. Ya bu iş yükünü alacak bir ofis ile ortaklaşa çalışmak ya bir tim kurma şeklinde organize olaması daha faydalı olacak bir uzmanlaşmaya gidilmelidir.

İkincisi de Türkiye'de uygulamalara bakıp bu eğitimde anlatılanları gerçekçi bulmayan Gayrimenkul Danışmanlarının haklı itirazları, haklı bulsalar da uygulamama, uygulayamama nedenleri. 
Konuyu biraz açalım:
Pratikte, hayatın olağan koşullarında Türkiye gerçeği çok farklı cereyan etmektedir. Bir gayrimenkul danışmanının gözleri önünde alıcıya çalışman, boşuna yorulursunuz, açık portföy çalışmayın, yetkisiz çalışmayın, dedikten sonra; alıcıya çalışıp başarılı sonuçlar alanlar (Paylaşımlı işlemler yüzde 68), açık portföy, yetkisiz  çalışıp başarılı olanlar (yerelleri işin içine katarak daha yüksek bir yüzde) ve daha niceleri gerçekleşiyorken eğitimlerde önerilen olmazsa olmaz katı kurallar ne derece inandırıcı olabilmektedir. Master Cheff'den Brokırına kadar herkesin ısrar ettiği; Sadece yap, sorgulama! Bu nedenle onların gözüne çok gerçekçi görünmemektedir. Çünkü pratikte yapılanlarla söylenenler çok farklı olduğu için inandırıcılığı olmamaktadır. Hele bir de duyduklarınız, bunların üzerine tüy diken olaylar cereyan ettiğinde şok olabiliyorsunuz.
Danışmanı kontrol altında tutma çaba ve korkusu 'Bana yalan söyleme! Bana yalan söyleyeni sevmem. Yalandan nefret ederim! Ama ben herkese yalan söyleyebilirim! Bana kazık atma! Başkalarına serbest, ben de! ' bu derece bir iki yüzlülüktür.
İnsanlar birbirlerine neden bu kadar az güveniyorlar sanıyorsunuz? Söylenenlerle yapılanlar arasındaki uçurum korkunçtur. Bu yüzden eğitimcilerin söylediklerini, onların başarıya giden yolu işaret etmelerini danışmanlar yüzde yüz garanti kapsamında değerlendirmemektedir.


21 Aralık 2018

30 Kasım 2018 Cuma

PİYASA TANRISI VE GERÇEK TANRI





Piyasa tanrısı deyimini Harvard Üniversitesi eski ilahiyat profesörlerinden Harvey Cox, 1999’da yazdığı bir makalede kullanmış. Cox, makalesinde, serbest piyasa ekonomisinin, küreselleşen dünyada yeni bir din haline dönüştüğünü örnekleriyle anlatır.

Her teolojik dinin tepesinde “Tanrı” inancının yer aldığını, ekonominin tepe noktasındaki kutsalın ise, “Piyasa” olduğunu vurgular. Diğer dinlerin işleyişleriyle, piyasa dininin durumunu karşılaştırır. Benzerliklerini ortaya koyar.


Makalesinin sonunda, geleneksel dinler ile Pazar dininin arasındaki derin ayrılıktan dolayı, uzlaşma ihtimalinin olmadığı kanaatine varır.


İnsanlara “hiçbir zaman elindekiyle yetinme!” diyerek, nefisleri okşayan Piyasa dininin, diğerlerine göre daha avantajlı olduğunu düşünür. Diğer dinler toplumsal dengeyi hedeflerken, Pazar dini bireyselliği ve hareketliliği tercih etmektedir.


Ayrıca Piyasa dininin, diğer dinlerin mabetlerine dokunmadığını söyler. Gerçekten de Piyasa dini; Hindu mabetleri, Budist festivalleri, Katolik azizlerin türbeleri, Müslüman evliyaların türbeleri gibi yerlere, gelir merkezleri olarak bakar. Onların törenlerini teşvik eder diye düşünür.


İnsanlık açısından bakılınca acaba durum gerçekten Piyasa dininin lehine midir? Buna karar vermek için gerçek Tanrı olan Allah’ın dini ile aralarındaki farkları, Cox’un baktığından farklı bir gözle de incelemekte fayda var.


Piyasa dininde kazanmak için her türlü yalan ve hile geçerlidir. Gerekirse hiç suçu olmayan insanların bile ezilmelerine cevaz verir. Çünkü rekabette, kaybedene merhamet edilmez.


Allah ise, merhametlilerin en hayırlısıdır. Affı en geniş olandır. Hatalarını anlayıp dönerek, insanlara faydalı işler yapanları affeder ve destekler. Böylece kendilerini toparlarlar.


En zengininden en fakirine kadar her insanın, hayatında mutlaka, merhamet görmeye ihtiyacı olur. Ama eğer o insan, Piyasa tanrısının dediklerini yapmış, başkalarına hiç merhamet etmemişse, hiçbir insan ona merhamet etmez. Çünkü her insan nefis taşır. Dolayısıyla merhameti çok sınırlıdır. Yüce Yaradan’ınki gibi geniş değildir.


Piyasa tanrısı, insanların mutlu olmalarını istemez. Çünkü mutlu olan kişi, elindekilerle yetinir. Daha fazlası için gayret etse de, başkalarını ezmez. Hâlbuki Piyasa dininin ilk emri “elindekilerle yetinme!” şeklindedir. Elindekilerle yetinmesini beceremeyen şahıs, ister çok zengin ister çok fakir olsun, iç dünyasında daima mutsuzdur.


Cox, Piyasa dininde artık sadece köyler, ormanlar, göller dâhil her türlü maddi varlıkların değil, insan dâhil bütün manevi değerlerin, alınıp satılabilen bir meta olduğunu söyler. Hattâ insanların birbirlerine baktıklarında, üzerlerinde renkli fiyat kupürleri gördüklerini belirtir.


Bu anlayış başlangıçta zenginleri memnun eder. Kendi menfaati doğrultusunda insanları satın alabileceği için, işlerine gelir. Ama en yakınındaki aynı insanın, kendisinin verdiğinden fazlasını teklif edene dönerek, onu sattığını gördükçe, sinir küpü olur. Fazla vermenin sınırı da olmadığından, çare de bulamaz. Çare diyerek sarıldığı her teşebbüsü daha da batmasına sebep olur.


Sonunda, Piyasa dininde, kimse kimseye güvenemez hale gelir. Zengin bir insanın ve bir ülkenin düştüğü güvensizlik, yaşanabilecek en büyük azaptır. Piyasa tanrısının yolundan gidilerek de, bu azaptan kurtulma ihtimali yoktur.


Hâlbuki Allah’ın dininin temeli, güven üzerine kuruludur. İnsanlar azap çekmek şöyle dursun, güven içerisinde yaşarlar.


Piyasa dini yardımlaşmayı değil, rekabeti emreder. Rekabetin ise, kimi ne zaman bitireceği belli olmaz. En zengin ve en güçlü insan bile, rakipleri, kendi aralarında buna karşı birleşirlerse,  hiçbir şey yapamaz.


Yüce Yaradan ise, yardımlaşmayı emreder. Her insanın hayatında, mutlaka, yardımlaşmaya ve destek almaya ihtiyacı olur. Geçmişte yardım etmeyen, gelecekte yardım alamaz.


Piyasa dininin kurallarını tam uygulayarak zenginleşmiş ülkelerde, insanlar arası ilişkiler menfaatlere dayanır. Bu durum insanların psikolojisini sıkça bozar. Kendisini ruhen rahatlatacak bir dost da bulamaz. Bir psikoloğa gider, ancak para vererek, psikoloğun kendisini dinlemesini sağlar. Bu durum tıpkı, Hıristiyanlık anlayışındaki para karşılığı yapılan günah çıkarma işlemi gibidir.


Yüce Yaradan’ın dininde bu görevi dostlar yapar. Hem de ücret alarak değil, aksine kendi cebinden masraf ederek onu rahatlatır.


Piyasa dininin, insanları bu kadar etkilemesinin bir sebebi de, diğer dinlerin yetkililerinin, verdikleri hizmetlerden ücret almalarıdır. Cox’a göre dualar, ayinler, kutsamalar, ruhsal şifalar, vaftizler, cenaze törenleri, muskalar hep ücret karşılığında yapılmaktadır. Müslüman ülkelerdeki benzer uygulamaların çoğu da ücretlidir.


Hâlbuki Yüce Yaradan’ın dininde bu işler için ücret alınmaz. Dualar, törenler, sohbetler, Kur’an ve Mevlit okumalar, hatta namaz kıldırmalar gibi işlemlerde hiçbir ücret talep edilemez. Allah bütün peygamberlerine “ben sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah’ın yanındadır” demelerini öğütlemektedir. Peygamberlere verilen bu emir, bütün insanlar için geçerlidir. Peygamberler geçimlerini, dini hizmetlerinden değil, diğer mesleki çalışmalarıyla sağlamışlardır.


Piyasa dininin görünür bir diğer avantajı da, mülk anlayışındadır. Yüce Yaradan’ın dininde mülk Allah’ındır. İnsanlar, O’nun yeryüzündeki vekil yöneticileridir. Piyasa dininde ise mülk, insanoğlunundur. İstedikleri gibi tasarruf ederler.


Diyelim ki, Piyasa tanrısının yolundan giden bir kişi çok zenginledi. Ne kadar yaşarsa yaşasın elbet bir gün ölecek. Yaşarken hiç dostu olmayan, güvensizlik içerisinde, iç dünyasında huzursuz bir şekilde yaşayan bu kişi ölünce, mirası kimlere kalacak? En çok kızdığı ve kendisini aldattıklarından sürekli şüphe ettiği insanlara kalacak. Yani, her türlü riske girerek, hiç rahat yüzü görmeden bütün ömrünce yaptığı servetini, en sevmediği insanlar yiyecek.


Servetine bedavadan konan insanlar da Piyasa dininden olduklarından, serveti bırakana teşekkür etmeyecekler. Aksine ölen kişi sağlığında kendilerine kızdığı, ters davrandığı için, hakkında en kötü sözleri sarf ederek, serveti afiyetle yemeye çalışacaklar. Çalışacaklar diyorum, çünkü bu bedava servet için onların da rakipleri çok olacağından, yerken çok zorlanacaklar.


Hâlbuki mülkün asıl sahibinin Yüce Yaradan, kendisinin ise emanetçi olduğunu bilen bir kişi için durum farklıdır. Emaneti uygun bir şekilde kullandığı için hem yaşarken huzurlu olacak, hem de Allah’ın divanına rahat gidecek. Ahiret hayatı için de Yüce Yaradan’dan huzur bekleyecek.




devamı için;


http://ismailhakkikupcu.com.tr/piyasa-dini-ve-allahin-dini/




Not: Yazarın görüşlerine tümüyle katılmasam da...

29 Kasım 2018 Perşembe

Kısmi imkansızlık, İfa İmkansızlığı nedir?





Kısmi İmkansızlık veya İfa İmkansızlığı

Bu durum Borçlar Kanununda şöyle geçiyor:

l. genel olarak 
madde 136- borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkansızlaşırsa, borç sona erer.
karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde imkansızlık sebebiyle borçtan kurtulan borçlu, karşı taraftan almış 

olduğu edimi sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü olup, henüz kendisine ifa 

edilmemiş olan edimi isteme hakkını kaybeder. kanun veya sözleşmeyle borcun ifasından önce doğan 

hasarın alıcıya yükletilmiş olduğu durumlar, bu hükmün dışındadır.
borçlu ifanın imkansızlaştığını alacaklıya gecikmeksizin bildirmez ve zararların artmaması için gerekli önlemleri 

almazsa, bundan doğan zararları gidermekle yükümlüdür. (eski borçlar kanunu m.117)

madde 137- borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle kısmen imkânsızlaşırsa borçlu, 

borcunun sadece imkânsızlaşan kısmından kurtulur. ancak, bu kısmi ifa imkânsızlığı önceden öngörülseydi 

taraflarca böyle bir sözleşmenin yapılmayacağı açıkça anlaşılırsa, borcun tamamı sona erer.
karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde, bir tarafın borcu kısmen imkansızlaşır ve alacaklı kısmi ifaya razı olursa, 

karşı edim de o oranda ifa edilir. alacaklının böyle bir ifaya razı olmaması veya karşı edimin bölünemeyen bir 

nitelikte olması durumunda, tam ifa imkansızlık hükümleri uygulanır.

lll. aşırı ifa güçlüğü 

madde 138- sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen 

olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada 

mevcut olguları kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu 

aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan 

haklarını saklu tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu 

mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural 

olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır. 

aşırı ifa güçlüğü, özellikle yüksek devalüasyon yapıldığı dönemlerde, döviz üzerinden borçlanılan 

sözleşmeler sebebiyle açılan uyarlama davalarında gündeme gelmektedir.

Yüzde 20 başarı için yüzde 80 gereklidir.






Ünlü kuralı ile Pareto'yu sanırım tanımayan yoktur. İş dünyasında adından sıkça söz edilir. Bir topluluğu meydana getirenlerin yüzde 20'sinin başarılı olacağı yüzde 80'ninin de başarısız olacağı kuralıdır.
Başarı ve başarısızlığın tanımını oranlamak açısından elverişli bir kuraldır. Başından hemen bir şerh düşülerek bir topluluğu meydana getirilenlerin başarılı veya başarısız olacağı varsayılır. Adeta bir kadermiş gibi.
Öyle ise neden yüzde 80'e ihtiyaç duyulur?

Yüzde 20 başarı için yüzde 80'e ihtiyaç duyulur. 

Bu önyargılı, sevmediğim bir kural insan kaynağının heba edilmesinin de başlıca sorumlusudur. Eğitimi önemsizleştiren, kalite ve markalaşmayı es geçen, dibine kadar serbest piyasacı bir anlayıştır. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.

Yine başa dönelim. Yüzde 20 başarılı yüzde 80 gereklidir, dedik. Yüzde 20'nin başarılı olması için yüzde 80'e ihtiyaç vardır. Yüzde 80'lik bir kesim ise dolgu değil gereklidir. Destek birliğidir. Yokuş kalkış desteği sağlayan birliktir.

Aslında bu yüzde 20'lik başarı oranı konu her ne ise onun pazar payına karşılık düşer. Siz pazar payınız kadar yüzde 20'sinizdir. İçinde olduğunuz pazarda yüzde kaç oranında söz sahibi iseniz, bu iş için seferber ettiğiniz iş ortağınız, eleman veya kadronuzun başarı oranı da budur. Tersinden de bakabilirsiniz.

Şimdi bir de sayısal verilerle bakalım.

İşletmede 100 kişi çalıştıryor olduğunuzu kabul edecek olursak; 100 kişinin yüzde 20'si(Pareto Kuralı gereği) başarılı olacaktır. Diyelim ki siz verimli değil diye 100 kişinin yüzde 20'si başarılı ve bunların dışındaki 80 kişiyi çıkarıyorum, dediniz. Geriye kaldı 20 kişi.
Hiç sevinmeyin. Bu yüzde 20, yani bu durumda 20 kişinin de yüzde 20'si başarılı olacaktır. Ve bu böyle devam edecektir. Kısaca pazar payınız yüzde 80 oranında küçülmüş olacaktır. Tabi bu fasit daire büyüsüne kapılan yöneticiler olacaktır ama küçülmenin sonunda havlu atarak safdışı kalmak da vardır.
Bu nedenle yüzde 20 başarılı yüzde 80 gereklidir.

Hayber Gürsoy

24 Kasım 2018 Cumartesi

Sizin imkansızlar listesinizde neler var?








'Zoru hemen yaparız, imkansız ise biraz zaman alır.' Fridtjof Nansen

Temelde insanların mizaçları, kimlikleri, inançları, kültürel ve sosyolojik gerçeklerine rağmen her işin üstesinden gelecekleri, bunun da eğitimle mümkün olduğu kabul edilir.
Eğitim bir süreç işidir ve zaman alır. Tabi bir de eğitimin niteliği önemlidir. Eğitim insanın sınırlarını zorlayarak bir nevi 'haddini' aşması olarak niteleyebiliriz.
Bu nedenle ağaç yaşken eğilir, eşek sıpa iken sevilir, denmektedir.

Belli bir yaşa gelmiş, düşünceleri kemikleşmiş, içinde yaşadığı toplumun ezberlerini ve önyargılarını, kalıplarını kendine fikir edinmiş insanları eğitmek çok çok daha zordur. 
Bu önyargılar ve ezberlere karşı yeni bir fikir, düşünce, herhangi olması gereken bir iş böyle insanlar için imkansız, hatta imkansız ötesidir. Bu türler aynı zamanda kendi 

aralarında ikiye ayrılarak farklılaşırlar. Bazıları mizaç üstünlükleri; gözükaralıklarıyla, girişkenlikleriyle korkusuzca, (bunlar argoda yırtık denen kimselerdir), biraz da arsız olarak, sonucunu pek düşünmeden veya dert etmeden her yere dalıp çıkar, bir iş yaptıklarında ise şişik egoları daha da balon yaparak kazandıkları moral üstünlükle böbürlenirler. Bunlar çok yaygın olmakla, eğitime de pek ihtiyaç duymayan,geleneksel ilişkilere bel bağlayan,  'nasıl olsa eğitim olmadan da bu işi yapıyoruz. Bizden önce de böyle idi, bugün de böyle' diyen ve benzeri konuşan tiplerdir. Bunlar içinde bazıları, işbitirici tipler, kendilerini ahlaki neden ve felsefelerle sınırlayanların aksine, her şeyin mübah olduğu düsturundan hareket ederler.

Diğer tipler ise eski köye yeni adet getirilemeyeceğini savunan, Amerika'yı yeniden keşfetmenin anlamsızlığı üzerine kafa yoran, sahip oldukları ezber ve önyargılarla başaracak veya başarılı olanların da enerjilerini aşağı çeken insanlardır.

Üçüncüsü ise eğitimle, kendi sınırlarını, yeteneklerini ve ne yapabileceğini keşfeden, yol ve yöntemi kendine göre özelleştirip başarıyı kendine kendine uygun formatladığı yoldan yakalamaya çalışanlardır. 
Eğitim zoru başarmak içindir. Çünkü bugünün hayali yarının gerçeğidir. Bu nedenle her şey mümkündür, diye düşünmek çok daha olası hale gelir.

Sonra başardıkça şöyle deriz:

İmkansızı iste!
İmkansız sadece zaman alır.

Ya da,
Siz hayal edin biz gerçekleştirelim.

İmkansız sadece o an için imkansızdır. Şartlar sadece o an için uygun değildir. Bugün yapamazsanız yarın deneyin.

Bir şey bize neden imkansız gelir? Çünkü bilmediğimiz şeyin cahili olduğumuzu unuttuğumuzda, o konudaki cehaletimiz, bilgisizliğimiz bizim korkularımıza neden olduğu gibi bizde bir özdirenç oluşturur. Bilmediğimiz bir şeyi yapabilir miyiz? Başarabilir miyiz? Tabiki hayır! Bir işin bize zor gelmesinin nedeni bilgisizliktir.

Okumayan bir toplumun neferleri olarak korkularımız büyüktür. Korkularımız üzerinden yönetiliriz. Ve bizim için bir çok şey imkansız olur ve bize zor gelir. Başaranlara şehir 

efsanesi, mitos, masal, hikaye olarak bakarız. Bilirsek, bizzat yaşarsak, görürsek, önümüze düşen, yolumuzu aydınlatan olursa başarı bize de yol olur, bize de yakın olur.

Clara’nın Yolculuğu kitabıyla 2010 yılında Le Grand Prix de l’Imaginaire (Büyük Hayal Gücü Ödülü) alan Fransız yazar Anne Fakhouri şöyle diyor:

“Hepimizin bir imkânsızlar listesi vardır. İmkânsız şeyler hayatımızı daha güzel kılar. Çünkü ancak onlar sayesinde mümkün olanlar gözümüzde değer kazanır.”

Sizin imkansızlar listenizde ne var?

Siz kendi imkansızlarınız ne kadar çok ise o kadar büyük korkular, bilinmezlik, belirsizlik ve karanlık içindesiniz demektir. Eğitildikçe, eğitiminizi güçlendirdikçe başaracak, başardıkça, imkansızlar listeniz küçülecektir.

Gayrimenkul Danışmanlarının da imkansızlar listesi vardır. Korkularını eğitemediğinde, yenemediğinde her şey ona zor ve güç gelecektir. 

İster öğrenci, ister çalışan olun, her kim olursanız olun, sizin içinde geçerlidir.

Başarabilirseniz. Yeterince sabır gösterebilierseniz, başarabilirsiniz. Yeterince çılgın, yeterince normdışı, yeterince... 
Bir ticari pazara tabi iseniz ancak sizi pazar koşulları sınırlayabilir.

'Olmasını isteyip de köşeye sıkıştığımız anlarda “imkansız” sözcüğü çınlar zihnimizde. Belki bahane ediyoruzdur, belki gerçekten imkânsızdır. Denemeden bilemezsiniz.'
Michel De Montaigne

20 Kasım 2018 Salı

Hayalsiz giden halsiz gider.





1970'li yıllarda, öğrencilik yıllarımdı. Evimizin altında akasya ağaçları vardı. Ortaokul ve lise öğrenciliğim akasyalar altında geçti desem yeridir. Akasya çiçekleri ilkbahar'da müthiş kokardı. Bazen içindeki böcekleriyle birlikte beyaz salkım akasya çiçekleri yerdik. Çok hoştu. Akasya sert ağaçtır. Çocukların altında doğal kale kurup maç yapmalarına, halka olup şakalaşmalarına, sohbetlerine izin verirdi. Bir yanında istasyon vardı. Gelip geçen trenlerin gürültüsünü bile duymazdık. Akıp giderlerdi bir uçtan bir uca.

Bizi arayan anne babalarımız Akasya altlarında ararlardı. Karanlık basana kadar evin yolunu bilmezdik.
Büyüdükçe oyunlarımız değişti. Zamanla daha büyüklerin sohbetlerine katılırdık. 
Ders kitaplarının arasında yasak olan Teksas, Tommiks, Zagor gibi resimli romanları heyecanla, merakla, ilgiyle okurduk. Bu kitaplar seri halinde el değiştirirdi. Anne babalarımız da bizi ders çalışıyor olarak bilirlerdi. Bu kitaplar egemen bir kültürün ürünü olmalarına karşın bizim dış dünyaya açılan kapımızdı. Bir başka kültürü tanımamıza değil aynı zamanda hayal kurmamıza neden oluyordu. Fakat yasak olanın tadı da başka hiç bir şeyde yoktu.
Çocukluk hayalim yıldızlara gitmekti. Gökyüzüne yazı yazmaktı. Kitap yazmaktı.
Hayalimin peşinden gidemedim, fizikçi olamadım, o gündür bugündür içime dert oldu.

Fakat hayal kuranın hayalcilikle suçlandığı, boyundan büyük, gerçekleşmesi imkansız, mümkün olmayan şeylerin peşinden koşmanın anlamsız olduğunun anlatıldığı, empoze edildiği bir kültür. Hangi meslek daha iyi para kazanıyor, ona bakılırdı. Dün de böyle idi, bu günde.
Kolunda bir 'altın bilezik' yani para kazandıracak bir meslek olmalıydı. Anne babaların çocuklarından en çok bekledikleri şey bu idi. 
Çok hayal kurdum ama hayalimin peşinden gidemedim ama hayal kurmayı hiç bir zaman bırakmadım.

Yine o dönemlerde yaygın bir argo edebiyatı ve kültürü vardı. O gün bu günkü gibi bilgiye kolay erişilmiyordu. Fakat bir kasaba hayatı içinde çok etkili bir fısıltı gazetesi ve sözel edebiyat vardı.

Mesela ben Namık Kemal'i ders kitaplarından önce tanıdım. Gerçi onun Namlı Kemal olduğu da söyleniyor ya!

'Kalemikibar' diyebileceğim Namık Kemal veya ona yakıştırılan ülger(özdeyişleri), mottoları, fıkraları, aforizmaları çok ünlü ve yaygındı. Bunlardan biri de hiç unutamadığım ve çok sevdiğim şu sözü idi: 

Hayalsiz giden halsiz gider!  
Bu söz ona ait değilse bile ben Namık Kemal'in sözü diye bildim bugüne kadar. Çünkü akasyalar altında böyle söylenmişti. Akasyalar altında ne söylenmişse benim için doğru idi.

Gerçekten de öyle idi. Hayalsiz olan açık denizlerde her rüzgara göre yön değiştiren, nereye gideceği belli olmayan yelkenliler gibiydi. Sonunda hep başkası olmaktan, mış gibi yapmaktan, başkasının adamı olmaktan kendisi olamıyor ve 'Ben yoruldum hayat' şakısını söyleyen mutsuz insana dönüşüyordu. 

Hayalsiz insan en fakir insandır. 
Hayaliniz yoksa hedefiniz yok demektir. 
Hayaliniz yoksa varacağınız bir liman yok demektir. 
Hayaliniz yoksa dümen suyunda gideceksiniz demektir. 
Hayaliniz yoksa siz özgün bir kişilik olamazsınız. Siz, siz değilsinizdir.

Bugün gençler her şeye emeksiz, bedel ödemeden sahip olmayı istiyorlar. Ve bir türlü tatmin olamıyorlar.

Onun için önce çocuklarınıza hayal kurmayı ve hayallerinin peşinden koşmayı öğretelim. 

Zor olan, emek verilen, hayal edilen güzeldir.

18 Ekim 2018

31 Ekim 2018 Çarşamba

Neden yalana inanıyoruz, gerçeğe inanmıyoruz?







'Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder' demiş George Orwell.

Gerçeğin er geç açığa çıkma huyu vardır. Ortaya çıktığında ise korku, telaş, panik, acı, gözyaşı, intikam, sevinç, mutluluk duygularını yaşatabilir. Bu yüzden gerçekle yüzleşmek herkesin harcı ve arzusu olmayabildiği gibi, kaldıracağı bir durum da olmayabilir. Bu nedenle gerçekten korkar, kaçar, yüzleşmek istemeyiz. Nedenine biraz sonra değineceğimiz gerçekle yüzleşmekten ise yalan ile mutlu yaşamayı, mutlu olmayı, sürdürmeyi isteriz.

Eğer zihinsel konforumuz bir gerçeklikle karşı karşıya kalırsa inandığımız fikir, düşünce, inancımız çökme tehlikesiyle sınanacaktır. Böyle bir anda savunduğumuz fikrin, inancın foyası meydana çıkacak, cilası dökülecek biz bu kadar aptalca şeye inanmış, emek vermişiz, diye kendimizi suçlayacağız. Kendimizi aldatılmış, kandırılmış hissedeceğiz. Orta beynimiz, muhafazakar güvenlikçi Limbik Sistemimiz gerçeği mevcut fikri konforumuza bir tehdit olarak algılayacaktır.
Bu yeni durumu kabullenerek, yeni bir fikre inanmak zorunda kalırsak fikrimizi tamamen değiştirmek, çevremizi yeniden inşaa etmek zorunda kalırız. Bu tamamıyla bizim için bir risk içermektedir. Çevremizi değiştirmekle kalmayacağız, yakınlarımız tarafından dışlanma riskiyle de karşı karşıya kalacağız. Sonra yeni algılar oluşacak, üstelik bu yeniler bize ne getireceğini bizden ne götüreceğini bilmememiz bizi endişeye, kaygıya sevk edecektir. 

Kısaca yeni fikir, yeni bir dünya görüşü kendimize yeni bir dünya kurmamız demektir.
Bir gerçekle karşılaştığımızdaki korkunun ana nedeni birinci olarak budur. Gerçeğin şok etme, sarsıcı özelliğinin yanında, değiştirme ve dönüştürme özelliği de var. Bu da kişi de büyük bir korkuya neden olmaktadır.
Fikrimizdeki bu değişiklik ancak sahip olduğumuz fikrin ihanetine uğramakla ya da fikirdaşlarımızın bize ihanet etmesi, kandırması, aldatması, istismar etmesiyle yahut da kişinin esnekliği, araştırıcı, değişime, dönüşüme açık olmasıyla veya sevdiğimiz, inandığımız idoller vasıtasıyla bu değişiklik mümkün hale geliyor. 

Bir gerçekle karşı karşıya geldiğimizde bizde oluşan ikinci korku ise şudur:
Bu mevcut zihinsel konforumuzu bu yüzden sürdürmek işimize gelir. Gerçekle karşı karşıya kaldığımızda kayıtsız davranmamız, şiddetle karşı koymamız, hiç bir araştırmaya gerek duymamamız, sırf bu konfor bozulmasın diyedir. Çünkü bu gerçeği araştırma zahmetine girişirsek, bir sorumluluk almak, yüklenmek, zahmete girmek, acı çekmek demektir. Muhalif olmak, haksız saldırılarla karşı karşıya kalmak, dışlanmak demektir.Yeni bir risk satın alacağımız anlamına gelir. Bu alacağımız yeni sorumluluğu yerine getirip getirmemek, başarıya ulaşıp ulaşamamak, hesap vermek zorunda kalmamız demektir. Bu bizim karizmamızı, yeni statümüzü, saygınlığımızı belirleyecek ya da yıpranıp yıpranmayacağımızı bilemeyeceğiz.

Bu yüzden gerçeğe tahammül edemeyiz. Hemen bir önyargı ile tepki duyarız. Dünya sürekli değişirken, kendimizi sürekli değiştirme, dönüştürme ihtiyacı varken, biz konfor sabitliğine mahkum olarak, fosilleşmiş fikrimizle sonsuza kadar aynı kalmaya devam etmek, fikrimizden zerre-i miskal değişikliğe izin vermeyiz. 
Bu fikri sabitlikle her şeyi yargılar, infaz ederiz. 

Bildiklerimiz mutlak mı? Her şeyi tam ve eksiksiz olarak mı biliyoruz? Bilmiyorsak eksiğimizi gidermek için sürekli bilgilenmemize, araştırmamıza, öğrenmemize ihtiyaç var demektir. Neden her şey değişirken kendimizin değişmesine izin vermiyoruz?

Sahip olduğumuz fikrimiz aynı zamanda bizim koruyucu kalkanımızdır da. Hem çevre açısından hem kendimiz açısından. Biz böyle, bu fikirle tanınmışız. Böyle bir algı yaratmışız. Bundan vazgeçmek bize çok riskli geliyor. Kişi 30-40 yıl inandığı fikri, bu düşünceyi, bu inancı, karşısına hiç tanımadığı biri çıkıp aykırı bir şey söylediğinde hiçbir zahmete, araştırmaya, sorgulamaya gerek duymadan reddediyor. Bu cehaletin konfor alanında fikrinin mutlak ve kesin olduğu inancıyla hareket etmeye devam ediyor. 

Mutluluk alıştığı bu konforu, bu fikri korumakla onu yükümlü kılıyor. Mutlu olmak istiyorsa bu konforu korumak ve devamından yana tavır almak zorunda hissediyor. Mutluluğu artırmanın yolu ise fikrini besleyen kanalları açık tutmak, onlara izin vermekten geçiyor.
Zahmet edip, araştırıp 'Bu adam bir şey söylüyor, bir araştırmak da fayda var. Belki doğru söylüyor. Böyle de olabilir' demiyor. Bunu bir tehdit olarak algılayıp doğrudan buna karşı bir saldırı düzenliyor. 
Düşüncelerine güvenmeyenler tartışılmasına da izin vermiyor.

Gerçek biz de sadece kaygı ve endişe yaratmaz. Çelişkileri de artırır, yol açar. Oysa yalan mevcut durumun, mevcut konforun sürdürülmesinden yanadır. Yalanlar doku uyuşmazlığından ziyade bunu güçlendirir. Kendimizle çelişkiye düşmemizi önler. Bunun için yalana her seferinde artan dozda ihtiyaç duyarız. Etrafımızdaki her şey ile çelişmemek bize mutluluk ve huzur verir. Belgeli de olsa, sağlam ve güçlü kanıtlar da olsa, gözümüze soksalar da inanmamak için mutlaka bir gerekçe buluruz.

Gerçek sonunda zaferini ve iktidarını ilan eder. Fakat taş yerinde ağırdır. Zaman aşımına uğrayan gerçek etkisizleşir. Bu etkisiz gerçek hesap sorulacak muhatabını kaybetmiş olmakla kalmaz  zamanın ruhu da değişmiş olur. Üzeri küllenen gerçek kanıksanır, etkisizleştirilir veya çok hafif dozda, kurbanını şoke etmeyecek dozda verilerek inandırıcılık pekiştirilir.

Gerçek ile yalanın savaşı iktidar savaşıdır. Yalan, gerçeğe karşı örgütlenmiş bir suçtur. Gerçeği gizleyerek, örtbas ederek, önleyerek ancak güven kaybına yol açarsınız. Bir yerde ne kadar çok güvensizlik ve buna bağlı sorunlar varsa orada o kadar çok yalan söyleniyordur. 

Peki bu böyle diye çaresiz, kayıtsız mı kalalım? 

'Ne kadar korkunç doğruyu bilmek, elinden bir şey gelmezken!' 
Ünlü filozof Sofokles'in Kral Oedipus eserinde böyle geçer.

Doğruyu, gerçeği bilmenin bir de bu tarafı var. Gerçeğin karşısında acz içine düşmek. Elimizden bir şey gelmediğini, çaresizlikle yapacak bir şeyimizin olmadığını düşünürüz. Sorumluluktan kaçarak teslimiyet bayrağını açarız. Acz içinde olmakta bir konfor alanıdır. Çünkü herkes gerçekten kaçınmakta, aslında sorumluluktan kaçınmaktadır. Oysa gerçek bizim acz içinde olmamızı değil, mücadele etmemizi ister. Gerçek bize bir bedel ödetmeye kalkar. Çoğunluğun aksine yalana inanmayanlar daha çok bedel öderler. Gerçeğe inanmak bir bedel ödemek demektir. Bunu göze alamadığımızda gerçeği kabul etmektense tüm bu nedenlerden dolayı sinmeyi, gizlenmeyi, kaçmayı tercih eder, görmezden geliriz.


Görüyorsun, biliyorsun, farkındasın ama gücün yetmiyor. Farkında olmak farkında olanlarla birlikte olmayı gerektirmez mi? Ya da farkındalık yaratmak için üzerine ne düşüyorsa yapmak. 

29 Ekim 2018 Pazartesi

SATIN ALMA HEYECANI KÖR EDİYOR






Satın alma heyecanı nasıl bir körlüğe yol açar?

İnsanlar bir işe girerken, bir işyeri açarken, bir şeyi satın alırken veya buna benzer bir eylemde bulunabilirler. Bu durumlarda sözleşme imzalamaları gerekiyor olabilir. Bu aşama onların en heyecanlı oldukları andır. Adeta bloke olurlar.
Bir çok hata ve kusuru görmezden gelebilirler, hoş görebilirler. Bunlar sonradan öyle bir baş ağrıtır ki hayatlarını kabusa bile çevirebilirler.  İşe giriyorsa naçarlıktan, acizlikten kölelik koşullarına imza atmış, işten ayrılması durumunda tazminat 
ödemekle yükümlü bir maddenin altına imza atmış olabilir. Çünkü işsizdir, işe girşinde ne olursa olsun, psikolojisi içindedir.
İşsizlik onun için sonradan oluşacak her şeyden daha kötüdür. 

Eğer bir dükkan, mağaza açacak iseniz; zincir marka için franchise anlaşmasının altına bu satın alma heyecanı ile bloke olmuş olarak incelemeden, hatta incelediğinizde vazgeçmeniz, iflas etmeniz halinde(Düşünsenize iflas etmiş varınızı yoğunuzu kaybetmiş olduğunuz halde. Şu gaddarlığa bakın!) bile ağzınızı bir karış açık bırakan maddeler yüzünden yüz binlerce dolarlık tazminata mahkum olabilirsiniz. 

Satış vaadi ile satın alacağınız konut sözleşmesinin altına imza attığınızda ileride başınıza neler geleceğini tahmin bile edemezsiniz. Ne yazık ki sözleşmeler tek yanlı düzenleniyor ve satın alanların aleyhine hükümler, maddeler içeriyor.
Bunlar buraya örnekleri yaşandığı için yazıldı.

Hayalinizdeki ne ise ona rastladınız, tesadüf ettiniz! Heyecanlandınız, mutlaka sahip olmak istiyorsunuz. 
Her şey yolunda ise, şeffaf, açık, net ise sorun yok.

Ama...
Konumuz gayrimenkul olduğu için konuttan yola çıkalım.

Gayrimenkulün fiziksel durumundan fiyatına kadar vereceğiniz her kararda bir çok şeyi atlamış, gözden kaçırmış, hatta okuduğunuz halde sözleşme altına imza atmış olabilir, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olabilirsiniz.

Hatta 'Beni çekememezlikle, kıskançlıkla vazgeçirirler' diye danışmanlık almaktan çekinir korkarsınız.

Rutin sözleşme diyerek satış vaadi sözleşmesini de üstelik okuyarak altını imzaladım. Herkes aynı sözleşmeyi imzalıyor, diyen satış ofisi memurunun da bilinçaltı etkisi, sonra bu sözleşmeyi imzalamazsan beğendiğin evi alamayacaksın psikolojisi, her sözleşmenin böyle maddeler içerdiği yönündeki 'Okusan imzalamazsın. Bunlar yazılır ama kimse mahkemelik olmamıştır' söylemlerinin bilinçaltı göndermeleri ne yazık ki etkili oluyor. 
Sözleşmedeki bir maddenin dikkatimden nasıl kaçtığını anlayamadım? Bunu satın alma heyecanının bana verdiği körlüğe bağlıyorum. Uzmanlar 'ani veya rutinleşmiş tercihler riskli tercihlerdir' derken haklılar. Bu heyecan ile 'şüphe uyandıracak işaretleri' ne yazık ki atlamışım! Kararımı akılcılık ile mi, fevrilik ile mi verdiğimi sorarsanız; beynimin akıl yürütme (prefrontal korteks) ile değil orta beynimin (Limbik sistem) ani duygusal kararıyla olduğunu söyleyebilirim. Gördüğünüzde aşık olduğunuz şeyin bütün risklerini gözardı ederek sizin olmasını istersiniz. Aşkın gözü kördür ama komşunun ki değil, ata sözünü unutursunuz. Elias Canetti'nin 'İnsanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini' anlattığı  Körleşme adlı eserinde vurguladığı uyaranları dikkate almayı o an görmezden gelirsiniz.

Tabi sonuçta  bize vaat edilenlerin, proje de gösterilen, çizilenlerin yüzde 30'u yapılmadı. İtirazda bulunduğumda sözleşmeyi iyi okumadığım uyarısı aldım. 


Tekrar incelediğimde hayret içinde kaldım. Şeytanın hangi ayrıntıda gizli olduğunu buldum.
Madde özet olarak aynen şöyle: Satış ofisi çalışanlarının söyledikleri, vaatleri bağlayıcı değildir.

Bu cinlik kimsenin aklına kolay kolay gelmez. Sözleşmeye de bir madde olarak kolay kolay konulamaz. Şöyle ki; siz eğer satış ofisi çalışanlarına konut alacak müşteriye her şeyi söyleyebilirsiniz, her şeyi vaat edebilirsiniz, der, sonra da hukuksal olarak kendinizi güvenceye almak, arkanızı sağlama almak için ancak böyle bir cinliği düşünebilirsiniz. 

Peki farkında olsaydım ne yapardım? Önce bu maddenin ne anlama geldiğinin izahını, ne demek istediğini, söz verilenlerin, vaat edilenlerin ne kadar yapılıp yapılamayacağını öğrenerek, altında yatan hinliği sezerek vazgeçebilirdim. Çünkü bugün beklediğim fayda ve yarar zarara dönüşmüş durumda.

Bir daha, bir daha okuyun, uzmanına danışın, uzman kişilerden destek alın. Sinsice eklenmiş bir madde hayatınızı karartabilir.

Emlak piyasasının çöküşü böyle başladı?






Emlak Piyasası Nasıl Çökecek?
Bu yazı 2014'te yazıldı.

Bir süredir pek çok çeşitli ciddi kuruluş Türkiye’yi büyük bir ekonomik krizin beklediğini avaz avaz bağırmasalar bile yüksek bir sesle dile getirmekteler. Bazı insanlar döviz kurlarındaki artışı, bazı insanlar giderek daha da de-stabilize olan bölgeyi, bazıları ise yönetimin baskıcı politikalarının yatırımcıları yurtdışına kaçırmasını buna etkiyen etmenler olarak göstermekte. Bunların hepsinin etkileri ayrı ayrı ve uzun uzun incelenip analiz edilebilir, fakat sürekli gözden kaçan(veya kaçırılan) ancak belki de krizin bel kemiği olacak bir konunun mevcudiyetine de değinmek gerekmekte; emlak piyasası.

Türkiye için sürekli olarak kullanılan ‘gelişmekte olan ülke’ deyimini genelde sanayi ve teknoloji altyapısını halen kurmakta olan ülke olarak anlarız. Fakat işin öbür ve belki de daha önemli olan yüzü şudur ki bu statüdeki ülkelerde gelişmekte olan şey yalnızca altyapı değil esas olarak zihniyettir. Şirketlerin ‘büyük esnaf’ mentalitesinden kurtulup kurumsallaşması, devlet politikalarının teşvik ve düzenlemeler üzerinden piyasaların stabilitesine kefil olduğu ve de ‘yatırımcı birey’lerin paralarını para kazanmak amacıyla seçtikleri yatırım araçlarına yöneltmesi bu sürecin sonundaki üç temel değişim olarak sıralanabilir. Kalanları bir kenara koyarak şunu diyebiliriz ki Türkiye’de ‘yatırımcı birey’ kültürü henüz emekleme aşamasındadır ve de bu emekleme eski kültürden kalma “uzun süreli yatırım” veya “kullanım değeri olan yatırım” öğeleri ile yakından ilişkilidir. Yani basitçe elinde ortalama bir miktarda para olan T.C. vatandaşı bir birey yönelim olarak borsaya girmek veya onun adına parasını yönetecek finansal şirketlere yatırımda bulunmak yerine gidip ev — araba — arsa almayı tercih edecektir. Bunlar kullanım değeri olarak hiçbir zaman işlevsil kılınamayacak öğeler olmalarından ötürü insanların kafasında “güvenli yatırım” olarak yer edinmiştir ve bu da insanların serbest piyasanın tüm sağduyusal çağrılarına aykırı hareket etmelerine ve göz yummalarına harika bir zemin oluşturmaktadır. Kapitalist bir ülkede kapitalizme aykırı hareket eden kapitalist bireylerin yarattığı ikilem ise bize kriz, acı ve gözyaşı olarak geri dönecektir.

Emlak neden alınır?

Bu sürecin nasıl işlediğine veyahut işleyeceğine eğilecek olursak üç temel nokta üzerinden ilerlemekte fayda olacaktır. “Kira ödemeyeyim” diye alınan evlerin etkileri, “Çoluğuma çocuğuma bırakayım” diye alınan evlerin etkileri ve de “En iyi yatırım evdir” denilerek alınan evlerin etkileri. Kira ödememek için alınan evler ya da basitçe ‘kira öder gibi ev sahibi olun’ vaadiyle alınan evler özünde oldukça uzun vadeli borçlarla, o anki piyasa değerinden bile çok daha yüksek fiyatlara insanlara satılan mortgage ve türevi kredi sistemleriyle desteklenen evlerdir. Bunların piyasaya etkileri sürekli bir ev talebi oluşturmak ve mevcut piyasa değerinin dengelenmesine hiçbir zaman izin vermeden sürekli yukarı çekilmesini sağlamaktır. Miras olarak bırakılmak amaçlı alınan evler görece daha ‘düşük’ fiyatlı konutlarla karşı karşıya gelindiğinde “buranın değeri nasılsa katlanır” fikri ile insanları harekete geçiren ve de aslında piyasa içerisinde değersiz bir pozisyonda yer alması gereken projeleri bile kompanse(dengelenmiş) edip değerlerini yükselten bir yaklaşımdır. Buna ek olarak mevcut düzende yüksek tahsil yapmış insanların başka şehirlerde çalışma oranlarını da göz önüne aldığımızda bu evlerin bir süre içerisinde satılık olarak piyasaya tekrar gireceği gerçeği de mevcuttur.

Yatırım amaçlı alınan emlak kısmını ayrı olarak incelemek gerekir, çünkü önceki iki kategori emlak piyasasının gereğinden şişkin olması ve yeni projeleri serbest piyasa mantığına aykırı bir şekilde kompanse ediyor olması dışında aslında kullanım değeri göz önüne alındığında makul bir noktaya oturtulabilir. Yani “tamam biraz pahalıya satın almışız, ama en azından başımızı sokacak bir evimiz var” diyecek insanların ‘akıllıca’ yatırım yapmayarak büyümeye verdikleri zarar ve sebep oldukları değer kaybı iktisatçı olmayan veya kapitalist sistemden pek de haz etmeyen insanlar için o kadar da önemli değildir(her ne kadar pratikte bizi de etkiliyor olsa dahi). Ancak yatırım amaçlı ev alma fikri ülkeyi bi fiil krize sürükleyen, gerçekten konut ihtiyacı olan insanları daha da fakirleşmeye iten ve de tarihin hiçbir noktasında korunamamış olan, yanlışlar ötesi bir yatırım yöntemidir.

Sistem şöyle özetlenebilir, siz bir birey olarak elinizdeki gelir miktarına ve birikiminize göre belirli bir borca girip ev alırsınız. Ardından bu evi kiraya vererekten ondan belirli bir kazanım elde ederken bir yandan da, eğer gücünüz yetiyorsa, benzeri bir yatırıma daha yönelirsiniz. Bu şekilde hem kendi değerinizi elinizdeki emlak yatırımı üzerinden arttırırken hem de piyasadaki talebi yükselterek ev fiyatlarının artmasını sağlıyorsunuz. Buraya kadar her şey güzel gibi görünüyor, ancak atlanılan nokta şu ki sizin ‘değer’iniz emlak piyasasının evlerinize o an biçtiği fiyat üzerinden belirlenirken bankalara olan borcunuz aktüel ve sabit bir değerde. Ev fiyatları arttığı sürece buradan kazançlı çıkan siz olacaksınız, asıl soru ev fiyatlarının ne kadar artabileceği. Şu an Ankara’daki ortalama bir TOKİ evinin değeri 200–250 bin tl arasında seyretmekte, ki bunlar yeni yapılmış olan şehre uzak bölgelerdeki daireler, İstanbul’a girmiyorum bile. Şehir içindeki konutların fiyatlarının ise milyonlarca liradan başladığını görüyoruz. Buna rağmen her yerdeki inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm çalışmaları ile piyasaya devasa miktarlarda yeni ürün arz edilmekte, bu arzı karşılayacak talebin korunabilmesi için ise giderek daha uzun vadeli krediler verilmekte. Yani piyasa bankalar aracılığıyla tüm ülke ekonomisinden durmaksızın likiditeyi kendi üzerine çekmekte.

Peki ne olacak?

Ev fiyatları üstten bir emir ile, devlet politikaları üzerinden veya gizli başka bir yöntem aracılığıyla belirlenmez. Serbest piyasanın diğer tüm öğelerinde olduğu gibi marketteki arz-talep eğrileri üzerinden belirlenir. Eğer günün birinde talep arzı yakalayamazsa fiyatlar düşmeye başlar. Türkiye ise bu konuda uzatmaları yaşıyor. Daha da uzatılamayacak vadelerle 2.000 tl maaş alan insanlara 200.000’lik evleri almaları tavsiye ediliyor, devlet destekli kurumlarla sahte bir güven ortamı oluşturulup insanlara “bir şekil ödersin” deniliyor. Bunun sahteliği ve korunamazlığı ise apaçık ortada, çok temel bir analoji(iki şey arasındaki benzeşme) kurarsak Türkiye’deki emlak piyasasının sonunu saadet zincirlerinin sonuna benzetebiliriz, bir noktada genişleyecek alan, çekebilecek likidite bulamadığında sistem çökecek. Peki ya o zaman ne olacak sorunun cevabı ise süreçsel olarak şöyle cevaplanabilir. Önce ev satışları yavaşlayacak, bu karşılık olarak ev fiyatlarındaki artışı yavaşlatacak ve bir süre daha piyasa sakin, sadece durulmuş görünecek. Tecrübeli yatırımcılar bu süreçte piyasadan çekilmeye başlayacaklar, onları daha az tecrübeli yatırımcılar takip edecek ve yavaş yavaş piyasadaki ‘ürün’ler tecrübesiz yatırımcılar ile o ürünlere gerçekten ihtiyacı olan, yani evleri yatırım olarak değil konaklama ihtiyaçlarını gidermek için satın almış olan insanlarda kalacak. Bu sürecin sonunda ise emlak piyasası büyük bir değersizleşme yaşayacak, yeni projeler duracak, halen elinde emlak ürünü olan insanların ürünleri çok büyük değer kayıplarına uğrayacak. Pratik bir örnek verecek olursak çocuğunuz otursun diye 200.000 TL’ye aldığınız bir evin değeri belki 100.000’lere kadar düşecek, zamanında vermiş olduğunuz ekstra 100.000 TL ise ya sistemden erken süreçte çekilmiş olan yatırımcının cebine gidecek ya da değersizleşme sürecinde havaya karışıp yok olacak. Bu senaryo bir yere kadar kabul edilebilir bir market hareketi olarak dursa bile asıl sorunun tezahürü buradan sonra başlayacak. Çünkü insanlar değer kaybetmiş konutları için zamanında çekmiş oldukları kredileri ödemeye devam etmek durumunda kalacaklar, bu da o insanların senelerce herhangi bir başka işe para yatıramayacağı anlamına gelecek. “E ama bankalara sonuçta o para akacak ve bankalar yine krediler ile yatırımları desteklemeyecekler mi?” sorusunun cevabı ise daha da içler acısı, çünkü bankalar bu süreçte borçlarını ödeyemeyen insanların evlerine el koyup onları düşük fiyatlardan satmakla meşgul olacaklarından aslında yıllar boyunca alacakları o paralar ile ancak kendi zararlarını kompanse edebiliyor olacaklar. Kısacası bu krizin sonunda kazanan ‘komplocu’ kapitalist bir güç bile olmayacak.

Çarpan etkileri

Buraya kadar emlak piyasasının çöküşünün nedenlere ve sebep olacağı değer kaybına değindik ancak bunun daha büyük çerçevede ekonomiye olan etkilerini de görmezden gelemeyeceğiz. Değersizleşen emlak piyasasını birinci düzeyde finanse eden bankalar geri dönüşlerin yavaşlaması ve yer yer durması, borcunu ödemeyen bireyler ve yeni projeleri başarısız olan inşaat girişimlerinin iflasları ile büyük likidite sorunları yaşamaya başlayacak. Bunun karşılığında verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmek durumunda kalacaklar, bu karşılık olarak piyasada yapılacak yeni yatırımların önünü kesecek, ekonomik büyüme yavaşlayacak, dış ve iç yatırımcılar başka pazarlara kayma arayışlarına girecek.

Bunun yanında inşaat sektörü sebebiyle şimdiye kadar sürekli ihtiyaç duyulan hammaddelerin pazarlarında büyük çalkantılar yaşanacak, bu süreçte üretim miktarlarını azaltarak olası iflasları önlemek isteyen şirketler nedeniyle insanlar işsiz kalacak, fabrikalar kapatılmasa bile üretim miktarları oldukça azalacak. Elbette ki bu geri dönülemez bir nokta değil, ihracata yönelmek, emlak dışı sektörlere yönelmek bu piyasaların toparlanması için olası yöntemler ancak piyasalar çevik yapılar olmadıkları için bunlar zaman alacak. Kredi faizlerinin yüksekliği ve yatırımcıların çekiliyor olması ise bu zamanı daha da uzatan faktörler arasında yer alacak.

Devlet krizin derinleşmesini önlemek için müdahale etmek durumunda kalacak. Bankalara ve bireylere düşük faizli kredi veya hibeler sunmak durumunda kalacak. Bunu finanse edebilmek için ise iç-dış borçlanmaya gidecek. Bu hazine bonolarında faiz artışı anlamına gelecek ve devletin uzun süreli borçlanması üzerinden piyasadaki değersizleşmenin bir kısmını devletin yüklenmesi anlamına gelecek. Bu da takip eden senelerde vatandaş olarak ödediğimiz vergilerin bir kısmının bize yol-su-elektrik değil zamanında emlak piyasasında yapılmış hataların kapatılması olarak geri dönmesi şeklinde tezahür edecek.

Dış yatırımcıların çekilmesi ve ülkenin en büyük sektörünün topyekün değer kaybetmesi ise Türk Lirası’nın değerini düşürecek. Döviz değerlenecek, karşılık olarak karpuzdan tuvalet kağıdına her şeyin fiyatı artacak.


Değinmediğimiz, gözümüzden kaçan, tahmin edemediğimiz veya bilmediğimiz pek çok başka etki ve durum da emlak piyasasındaki hareketlere binaen gerçekleşiyor ve gerçekleşecek olabilir. Burada ortaya konulan tablo her ne kadar karanlık olsa da üzücü bir gerçek olaraktan önleyebileceğimiz bir tablo değil. Şimdiye kadar senelerdir takip edilen yanlış trend’lerin ve olası bir krizi devletin sürekli olarak ertelemesinin(bknz. 2 yıl öncesi), yani yabancıların deyimiyle ’emlak balonu’nun patlaması durumu ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin gelişmekte olan ülke mentalitesinden çıkıp kapitalist sistem anlayışına tam olarak entegre olması açısından geçireceği sancılı süreçlerin en sancılılarından birisi olarak da ‘güvenli’ emlak yatırımlarından vazgeçme süreci yer alıyor, bu süreci bilinçli bir şekilde ve yavaş yavaş yaşayacağımıza acılı ve krizli bir şekilde yaşayacak olmamız da bir nevi millet olarak bizim seçimimiz. Bu seçimle yaşamayı öğrenmek ve yaratacağı devasa borçları ödemeye yardımcı olmak ise, istesek de istemesek de en azından önümüzdeki 20 sene boyunca taşımamıza gereken bir yük.

duzensiz.org yayın tarihi : 29 Haziran 2014

Orijinal yayın tarihi: 28.08.2013

18 Ekim 2018 Perşembe

Hayalsiz giden halsiz gider.







1970'li yıllarda, öğrenciliğimizde ders kitaplarının arasında yasak olan Teksas, Tommiks, Zagor gibi resimli romanları heyecanla, merakla, ilgiyle okurduk. Bu kitaplar seri halinde el değiştirilirdi. Anne babalarımız da bizi ders çalışıyor olarak bilirlerdi. Bu kitaplar yabancı egemen bir kültürün ürünü olmalarına karşın bizim dış dünyaya açılan kapımızdı. Bir başka kültürü(!) tanımamıza değil aynı zamanda hayal kurmamıza neden oluyordu. Fakat yasak olanın tadı başka hiç bir şeyde yoktu.
Çocukluk hayalim yıldızlara gitmekti. Gökyüzüne yazı yazmaktı. Kitap yazmaktı.
Hayalimin peşinden gidemedim, fizikçi olamadım, o gündür bugündür içime dert oldu.

Fakat bunun genel kültürle ilgili olduğu; hayal kuranın hayalcilikle suçlandığı, boyundan büyük, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerin peşinden koşmanın anlamsız olduğunun anlatıldığı, empoze edildiği dönemdi. Hangi meslek daha iyi para kazanıyor, ona bakılırdı. Dün de böyle idi, bu günde.

Ama hayalimin peşinden gidemedim ama hayal kurmayı hiç bir zaman bırakmadım.

Yine o dönemlerde yaygın bir argo edebiyatı ve kültürü de vardı. O gün bugünkü gibi bilgiye kolay erişilmiyordu. 

Fakat bir kasaba hayatı içinde çok etkili bir fısıltı gazetesi ve sözel edebiyat vardı.

Mesela ben Namık Kemal'i ders kitaplarından önce tanıdım. Gerçi onun Namlı Kemal olduğu da söyleniyor ya!

'Kalemikibar' diyebileceğim Namık Kemal veya ona yakıştırılan ülgerleri(özdeyişleri), mottoları, fıkraları, aforizmaları çok ünlü ve yaygındı. Bunlardan biri de hiç unutamadığım ve çok sevdiğim şu sözü idi: 

Hayalsiz giden halsiz gider!  

Gerçekten de öyle idi. Hayalsiz olan açık denizlerde her rüzgara göre yön değiştiren, nereye gideceği belli olmayan yelkenliler gibiydi. Sonunda hep başkası olmaktan, mış gibi yapmaktan, başkasının adamı olmaktan kendisi olamıyor ve 'Ben yoruldum hayat' şakısını söyleyen mutsuz insana dönüşüyordu. 

Hayalsiz insan en fakir insandır. 
Hayaliniz yoksa hedefiniz yok demektir. 
Hayaliniz yoksa varacağınız bir liman yok demektir. 
Hayaliniz yoksa dümen suyunda gideceksiniz demektir. 
Hayaliniz yoksa siz özgün bir kişilik olamazsınız. Siz, siz değilsinizdir.

Bugün gençler her şeye emeksiz, bedel ödemeden sahip olmayı istiyorlar. Ve bir türlü tatmin olamıyorlar.

Onun için önce çocuklarınıza hayal kurmayı ve hayallerinin peşinden koşmayı öğretin. 

17 Ekim 2018 Çarşamba

Kiracısı İle Birlikte Sahibinden Satılık!




 Bu ve benzeri emlak ilanlarına sık sık rastlayabilirsiniz. İlan metinleri de kullanılan dil açısından Türkçe'nin bozulmasından vazgeçtik, bazen hukuksal sorunlara yol açacak niteliktedir. 'KIRACISI ILE BERABER ofis SATILIKTIR!' Kiracısı ile beraber satılık! Tabiki anlatmak istediği bu değil ama Türkçe anlaşılan o değil. Bu milyon dolarlık ilanın metninden alıntıdır.

Asıl konuya gelelim.

'Ne iş olsa yaparım abi!' Ülkemizde bir mesleği olmayanların iş ararken kullandıkları en ünlü cümle budur. Ne iş olsa yaparaım! Diyen bir işten anlamayan, bir işin uzmanı olmayan, uzmanlık isteyen bir eğitim almamış işsiz insanların sözüdür.
Biz de herkes her işi yapar!
İşçisi de böyledir, patronu da müdürü de. İşçi kalifiye olmadığı için, patron da kimseye güvenmediği için kontrolü elde tutmak için işi uzmanına havale etmez. Bu durumda geleneksel sürgit devam eder. Uzmanlaşma, iş geliştirme olmaz. Markalaşma önünde güçlü bir engel, bir mania oluşur.
'Nüfusun iş gücüne katılma oranı yüzde 50’leri bile bulmuyor. Kentlerdeki işsizlerin 
yüzde 60’ı 30 yaşın altında. Bunların neredeyse yüzde 85’i hiçbir mesleki eğitime sahip değil.'

Yüzde 85'in mesleki eğitimi, uzmanlığı yok!
Sahibinden mülkünü satmak isteyenler de haliyle bu anlayışın bir parçasıdırlar. Mülk sahiplerinin Emlakçıyı hafife alan, küçümseyen tavırlarının yanında bu küçümsemeye yol açan  özellikle yerel emlakçıların gerek konuşma tarzları, gerek giyim kuşamları, gerek yol yöntem bilmemeleri buna yol açtığı gibi mülk sahiplerinin 'Ne iş olsa yaparım abi'den 'Ben kendi malımı satamayacak kadar aptal mıyım?'a kadar uzanan egosantrik arızi bir görünüm arz etmektedir.
 Oysa satış bir uzmanlık isteyen bir iştir.

'FIYAT AVANTAJINA ILAVETEN EMLAK KOMISYONU DA ELEMINE EDILDIGINDEN 

(Sahibinden satilik) FIYATI DOLAYISIYLA TAM bir YATIRIM FIRSATIDIR.'

Bu cümle de çok sorunlu. Fiyat avantajı olduğunu kim biliyor? 
Ekspertiz raporu mu var?

Emlakçıyı elimine etmek, Türkçesi saf dışı bırakmak. Üstelik bu da tam bir fırsat imiş!
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. 
İyi de müşteri emlakçıya geliyor, ona danışıyor. Uzmanlık bilgisine müracaat ediyor. Ona hizmet bedeli ödemek istiyor. O da müşterisini alıp geldiğinde 'Hayır' deme lüksü var mı? Buna 'yok' demiyorlar. Neden? Çünkü kendileri de hizmet bedeli vermek istemedikleri için müşteriye de bu durumu avantaj imiş gibi lanse ediyorlar.

Pazarlama yetkisi vermiyor, kendisi satıyor, diye bu avantaj oluyor. Bunun bir dezavantaj olduğunun farkında değil. Çünkü kendisi bir satışçı değil. Bu konuda bir uzmanlığı, yetkinliği, yeterliliği yok. Özellikle talebin daraldığı bir atmosferde bu şansı çok daha zayıf.
Milyon dolarlık mülkünü ilana koyarak satış duyurusu yapmakla hedef kitlesine ulaşacağını zannederek yanılıyor. 
Bir; bu tür büyük mülklerin alıcılarının ilan sayfalarını karıştıracak kadar vakitleri genellikle yok.
İki; yatırımcı veya yatırımcı olmayanlar yerin önemi, avantajı, gelecekte sağlayacağı faydaları, yapacağı primi pazarlama ile duymak isterler. Mülk sahibi taraflıdır. Malını överek, yücelterek, göründüğünden daha da abartma eğilimi taşıdıkları için güven ve inandırma sorunu yaşamaktadırlar. Bu tür büyük mülklerin pazarlamasını ancak kurumsal emlak firmaları yaptığı için daha reel, daha isabetli analiz, ekspertiz ederek yaparlar. Satışa hazırlama sürecini pazarlama süreci izler.
Üç; ilanlar güncellenmediği sürece ilk günden sonra en alt sıraya düşerek gözden kaçarlar.
Ve görünürlülüğünüz ve duyurunuz anlamını yitirir. Satıcı sıradan bir yol izleyerek sonuca ulaşacağını sanmaktadır.

Emlakçı, emlak piyasasının en önemli, birincil aktörüdür. Satışların büyük bir yüzdesi 

Emlakçı - Gayrimenkul Danışmanları eliyle gerçekleşmektedir. Çünkü bir mülk pazarlanmadığı sürece satış şansını olasılık ve tesadüflere bırakarak sınırlar. Satıcı bu marifetten, uzmanlıktan yoksun olarak internete ilan koyarak satılacağını, üstelik hemen satılacağını düşünür. 
Bir müşteriye zamanı olmadığı için 'Hafta sonu da görebilirim' demiştim. O da 'Hafta sonuna kadar kalırsa!' demişti. Aylarca satılamadı, hala bekliyor.
Satış söz konusu olduğunda piyasa uzmanı, emlakçı gibi önemli aktörü saf dışı bırakarak ikinci büyük şansınızı kaybetmiş oluyorsunuz.

Bir ürünü profesyonel bir satışçı yapmıyorsa o ürünü tesadifen satılacak hale getiriyorsunuz, demektir.

Ekmeği ekmekçi satar.
Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver, diye boşuna söylememişler.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Emlakta Hizmet Bedeli Vererek Aldatılmazsınız!




ŞİŞLİ BÜYÜKDERE CADDESİNDE EVSİZLERİN GÜNDÜZ UYKUSU

  


   Emlakçıdan ruhunuz duymadan nasıl kazık yersiniz?

    Emlakçının kapısını çalıp hizmet bedeli yani komisyon vermediğiniz, vermek istemediğinizde onun bunu sizden bir şekilde ruhunuz duymadan tahsil edebileceğini aklınızdan bir an olsun çıkarmayın. Bu bencilliğiniz size pahalıya patlayabilir. 'Benden değil karşı taraftan alın', türündeki bencilliğiniz yüzünden çok sonraları ödeyeceğiniz 'hizmet bedeli' çok daha fazladır.
'Kendi işimi kendim yaparım'da bir yoldur ama bu da fiyatı rayiçten yüksek mülk sahiplerinin size ödeteceği bedel yine komisyondan yüksek olacaktır.
'Emlakçıya hiç bulaşmam, kendim de satarım', derseniz, o da eskiden idi. 

Pazarlama işi giderek profesyonelleşti ve sizin bakacağınız mecralar 'sahininden' ler çok amatör kalıyor.
Günümüzde her meslek grubunun ayrıştığı, uzmanlaştığı bu zamanda Emlakçılar yine bu işin uzmanları, yine onlar müşteri buluyorlar, yine onlar pazarlama ve satışı biliyorlar ve sonuçta işlemlerin yüze 80-90'nını onlar yapıyorlar.

Doğrusu nedir?
Doğrusu bir yerden hizmet alıyorsanız, bedelini ödemektir. Uyanıklık, 

gözüaçıklık yapıp karşınızdakini aptal, enayi yerine koymaya kalkarsanız ava giderken avlanırsınız.
Şimdi böyle bencil düşünenlerin nasıl avlandıklarına ilişkin bir yöntem okuyacaksınız.
Noname emlakçılar ya da yerel, mahalli, markasız artık ne derseniz deyin, nasıl isimlendirirseniz isimlendirin kurumsal olmayan, kurumsal zihniyet taşımayan emlakçılar emlak sektörü içinde büyük bir niceliğe sahiptir. Bu emlakçıların büyük bir bölümünün kurumsal emlak firmaları kadar iyi olanları gerçeğini de unutmamak kaydıyla düzgün, ilkeli, kaliteli çalıştığının hakkını teslim edelim.
Bu tür noname, yerel emlakçılar içinde öyle bir kesim var ki emlak 
sektörüne tüy diken, zan altında bırakan, duyduğunuzda sizi 'Bu da mı oluyormuş' dedirten şeyler oluyor. 
Daha önce yazmıştım. Bu memleketin insan malzemesi ne ise emlakçının da aynı kumaştan olduğunu belirtmek isterim. Alıcı da satıcı da aynı kumaştan dokunmuştur. Birbirlerini suçlamaları çok anlamlı değildir.
Bizde bir söz vardır, hemen hatırlatayım: Eşeği yoldan çıkaran sıpanın oynamasıdır, derler.
Bu ne demek? Tek başına emlakçının suçlu olmadığını söylemek demek. 
Biz uyanık, işbilen, gözüaçık geçinmeyi sever, bunu bir marifet bilir, sağda solda ballandıra ballandıra anlatırız. Hizmet alır bedel ödememeyi, birini aldatmayı, kandırmayı, emeksiz geçinmeyi hem fiili olarak yapar hem de sözel olarak bu marifeti paylaşır, çocuklarımızı da böyle yetiştiririz. 
Fakaaaat bunu size birisi yaparsa kıyamet kopar. Siz yapacaksınız ama kimse size yapmayacak! Bunu size yapan kötüdür ama siz kötü değilsinizdir. Siz en katmerli yalanları söylersinizdir ama 'Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam' dersiniz. Biz böylesine ikiyüzlüyüzdür.
Serbest Piyasa bu ya! Alan razı veren razı, sana ne oluyor, denilebilir? 
Fakat kazın ayağı öyle değil. Bu durumda kimsenin kimseye güveni kalmıyor. Güven ve itibar kaybı o kadar yüksek olunca güven kazanmak da çok zor bir hale geliyor. Güven inşa etmeye çalışan ciddi emlak firmaları bu yaşanan itibar kaybı karşısında zorlanıyorlar.

Şimdi gelelim asıl konuya ve faile. 
Genellikle kentlerin kenar semtlerinde oturan, kendilerini kimi zaman uyanık zanneden, eğitim, kültürel olarak geri olan insanlar birinden hizmet alırken asla hizmet bedeli ödemez, ödemek istemez, ödememeyi de bir marifet zannederler. Uyanıklık, iş bilme, gemisini yürüten kaptandır diye kendilerine övünç payı çıkarırlar. Oysa kendilerini akıllı sanan bu aptal zihin kolayca tuzağa düşer, kolayca avlanır. Kendi cebinden para çıkmadığına sevinirler. Ama önlerindeki yemi yerlerken
yumurtalarının  çalındığının farkında değillerdir.

Bu alıcı kitlesi başından tavrını koyar: Benden komisyon alma!
Bu karşısındaki emlakçıya bilinçaltı(subliminal) bir mesaj gönderir. Mesaj 'beni kazıkla' mesajıdır. 

Alıcı müşteri komisyonun kendisinden alınmamasını istemesinin haklı bir nedeni var mı? Kesinlikle yoktur! 
Hem hizmet alacaksın, hem mal mülk edineceksin, hem para 
kazanacaksın, çıkar sağlayacaksın ama bir bedel ödemeyeceksin!
Toplum olarak da bu giderek hakim bir anlayış haline geliyor. Bedel ödemeden konfor yaşamak!

Peki neden komisyon alınmamasını istemektedirler? Cevabı basittir. 
Cebimden fazla para çıkmasın, bana bedava hizmet et. Peki birisi senin için hizmet veriyorsa; bu tamirci olabilir, doktor olabilir, avukat olabilir, siz de ona bu hizmet karşılığını vermiyorsanız ne olur? Aslında bu sizin hanenize 'Beni kazıkla' mesajı olarak kaydedilir. Bunun farkına bile varamazsınız. İsterseniz kaçın kurrası olursanız olun. Çünkü kötü bir hizmet alırsınız. Bu sizi ya canınızdan(sağlık), ruhsal veya parasal kaybınıza yol açar. 

Alıcı böyle buyuruyor: Benden komisyon alma! 
Alıcının ruh halini bir nebze tarif ettikten sonra bir de satıcıya değinelim.

Satıcı da emlakçıya 'Kardeşim ben 250 bin TL istiyorum. Üstüne koy benim dairemi kaça satarsan sat, gerisi senin' diyor. Satıcı emlakçıyı yoldan çıkaran bilinçaltı mesajı verdikten sonra emlakçı bildiği bütün ahlaki normları bir kenara bırakmakta hiçbir beis görmüyor. 250 binlik daire oluyor 370 bin lira! 20 bin lira da pazarlık payı. Ve alıcı geliyor.
-Son 350 bin olur. Efendim sizden emlak komisyonu da istemiyoruz. 
Alıcının işkillenmesi, şüphelenmesi gerken yerde kendisinden komisyon talep edilmediği için buna seviniyor. Sormuyor. 'Kardeşim sen komisyon almıyorsun, Darülacezze müessesi misin' diye? Tabi buna emlakçının yaratıcı bir cevabı var. 'Efendim, biz komisyonu sadece mal sahibinden alıyoruz.' Bunu emlakçı, alıcı sorduğu için söylemiyor, kendiliğinden, içinde hinlik olduğu için şüphelenebilir diye kendisi ön alarak söylüyor.

Sonra alıcı 350 bine razı olunca emlakçı tapuda alıcının kulağına usulca fısıldanır. 'Sizden komisyon almadığımı satıcı bilmiyor, adama bir şey sormaya kalkmayın, iş bozulur. Pişmiş aşa su katarsınız. Ben satıcıyı ikna 

edene kadar ne çektim' diyerek sufle veriyor. Aynı şekilde satıcıya 

gidiliyor. Ona da 'Biz komisyonu alıcıdan alıyoruz. Ona fiyatla ilgili bir şey 

söylemeyin' deniyor. Tapuda durum ayaküstü böyle idare ediliyor. Satıcı memnun, çünkü o 250 bin lira istemiş, cebine koymuştur. Üzerinin kaç lira olduğu önemli değildir, kendisi öyle söylemiştir. 

Bu durumda bir suçlu aranacaksa birinci suçlu mal sahibidir. Emlakçıya 'kaça satarsan sat diye yol vermiştir.' Gelelim ikincisine; 100 bin lira kazık yiyen alıcı da memnundur. Çünkü komisyon vermemiştir. Sen komisyon almıyorsun da ne yiyorsun ne içiyorsun, bu değirmenin suyu nerden geliyor, bu müessese nasıl dönüyor, diye sormak içinden gelmemiştir? 

Üçüncü suçlu, serbest piyasacılığı çok iyi kavramış biri olan  emlakçıdır ki kendisine sağlanan müthiş bir konfor alanında kimseden 'komisyon' almamış olarak bu işin ahlaki yönünden bağımsızlaşarak, insaf ölçülerini kaçırmış(yüzde 2-3 +KDV) ve mutlu sona ulaşmıştır. Oransal olarak bunun azı, çoğu aynı şeydir.
Herkes ziyadesiyle memnundur.
Gördüğünüz gibi komisyon-hizmet bedeli vermediğinizde kar etmiyor, fevkaladenin fevkinde zarar ediyorsunuz.
Bunlar yaşanmış, yaşanan olaylar. Bu tür çalışanlar, haksız kazanç elde edenler  ilkeli, düzgün, dürüst çalışanlara kıçıyla, kıs kıs gülmekte, saf, bön ve aptal yerine koymaktadırlar. 

Tabi bu yöntem deşifre olup açığa çıkmıyor mu? Bazen çıkıyor. Ender görülen bir vaka olsa da bir emlakçının sonradan, normal olmayan 
yollardan  bacağı topal, kolu sakat kalmış, derin bir yara izi  varsa, 
yanında koruma gibi gezen birileriyle birlikte ise bundan kuşkulanın derim.

Gördüğünüz gibi hiçbir şey şeffaf değil, açık değil, net değil. Böyle bir ortamda güven duygusu nasıl olur?

Bilginiz olsun bu tür gayriresmi komisyon oranlarıyla çalışan emlakçılar var. 

Bunlar öyle yüzde 2-3+KDV olarak çalışmıyorlar. Hiç komisyon talep etmiyorlar.  Aslında deveyi hamuduyla götürüyorlar, yani yüzde 20-30-40 komisyon ile çalışıyorlar.

En güvenli gayrimenkul firmaları yine kurumsal-marka veya kurumsal tarzda çalışan noname-yerel-sokak emlakçılarıdır.

Komisyon verin çünkü hizmet bedeli vererek kolay kolay aldatılmazsınız! 

İlla ki her meslekte mesleki ahlaktan nasibini almamış olanların yol açtığı olaylar yaşanabilir.

Emlakçı benden 'nasılsa benden komisyon almıyor' diye sevinmeyin.
Emlakta en karlı alıcı hizmet bedelini ödeyendir. 
Acaba sizce yapan mı yoksa yaptıran mı ya da üçü (alıcı satıcı aracı) de mi suçlu?


26 Eylül 2018

İki güzellik bir arada

İki güzellik bir arada

Ya üçüde olmasaydı

Ya üçüde olmasaydı

Mehmet Akif Ersoy'dan

Mehmet Akif Ersoy'dan

Gezi Parkı

Gezi Parkı

Ne Denilebilir!...

Ne Denilebilir!...

Gezi

Gezi

Günün Fıkrası

Deli

1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



Avukat 1




Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

Avukat gülümsemiş.

- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




Avukat 2




George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




Avukat 3




Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

“İki kere iki kaç eder?”

Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

''Kaç olmasını istersiniz?''




Avukat 4




Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




Avukat 5




Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

Avukat açtı ağzını:

“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

Görevli yerin dibine geçmişti.

Sadece:

“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

Avukat onun sözünü keserek devam etti:

“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















Günün Sözü

Homo sum,humani nil a me alienum puto

İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
Zamanın belleği var