12 Nisan 2012 Perşembe

Çanakkale, Ezine’de Bir Geçmiş Zaman Hikayesi

                                                                                 Remzi Birol


   Remzi Birol'un öyküsü biraz da Ezine'nin tarihidir. Bu hikaye sizi uzaklara, geçmişe götüren, hüzünlendiren bir öyküdür.

   2000 Yılının Haziran ayı sonuna doğru Ezine’deyiz. Daha doğrusu Ezine’nin şirin bir beldesi olan Geyikli’de. Güzel bir tatil beldesi olan Geyikli’nin tam karşısında  da Bozcaada var. Ne Ezineli ne de Geyiklili olanların yüzde 90’ının Bozcaada’ya gittiğini sanmıyorum. Yıllar sonra bir dağ köyüne gittiğimde ulu bir meşe ağacı dibinde pineklerken yakaladığımız 82 yaşındaki Halil amcadan biliyorum.
-Bak işte! Görüyorsun, Bozcaada tabak gibi, denizin ortasında, uzatsam elimi kavuşacağım. Ama... 82 yaşımdayım, Bozcaada'ya bir kere gitmişliğim yok! Dedi. Kimse beni götürmedi. Bu yaştan sonrada... Bir yere gidemem ki... Ayaklarım artık beni taşımıyor, dedi.
Öyle bir içten söylemişti ki üzüldüm.
Acaba Halil amca her gün göre göre denizi, Bozcaada'yı kanıksamış mıydı?
  
  Çanakkale'nin  Ezine ilçesinde kurulan pazara gidiyoruz.
   Postaneyi geçince sola kıvrılan yolda biraz ilerledikten sonra  150 yıllık dev çınarın gölgesinde kalan ve çınarla ikiye ayrılan yolun sağında eski, iki katlı,yıkılmaya yüz tutmuş bir bina vardı. Binanın ön cephesindeki dükkanların görüntüsü içindekiler hakkında da bir fikir veriyordu. Bina kadar yaşlı görünen dükkan sahibi dikiş makinesi ustası 81 yaşındaki Remzi Birol idi. İki basamak ile çıkılan dükkanına insanı içeri girmekten alıkoyacak bir kalabalık eşya ile dolu olması dikkati çekiyordu. Bir iki müşterinin oturacağı kadar bir boşluk bulunan dükkanın içinde eski, yeni, kollu antika dikiş makineleriyle müşterisini bekliyordu. Bu eski makinelerin yüzünden  sanki bir hüzün, bir küskünlük, bir vefasızlık okunuyordu. İçindekilerin de en azından dükkanın kendisi kadar yorgun ve yaşlı olduğu ortadaydı.
   Yaşlı dükkan sahibi, arabasını dükkanın önüne park edenlere, yaşına  pek de uygun olmayan bir çeviklikle, eski ahşap sandalyesinden fırlayarak kalkıp kapı önüne gelerek öfkeyle kızdı ve hiçte nezakete uymayan sert bir el işaretiyle dükkan önünde durmamalarını işaret etti. Hiç hoşgörülü değildi. Yüzü sert bir ifadeye bürünerek azarlar gibi bir hal aldı. Bunu bize de yaptı.
   -Bugün Cumartesi, bugün buranın pazarı. Dükkanın önünü kapatıyorsunuz.  Park edecek bir yer olmadığını görüp hoşgörü bekliyoruz ama ne mümkün. Misafire hoş görü bekleyerek bir arsızlık, yüzsüzlük yapalım, dedik.
-Amca senin dükkanın yüksek, görünmesini engellemiyoruz. On dakika sonra gideceğiz.
-Olmaz! Olmaz, dedim, duymuyor musunuz? Katiyyen olmaz! Dedi kızgın ve taviz vermeyen bir ifadeyle. Onların yerli bir turist olmasının onun gözünde bir önemi olmadığını, gereken konukseverliği göstermeye pek meraklı ve niyetli  biri olmadığını düşündüm. Geçimsiz, suratsız, aksi biri gibi görünüyordu.  
   Remzi Usta kısa boylu, kırışıp buruşmuş suratıyla gereğinden fazla ciddi, kendisini sevdirecek kadar hoşgörülü görünmeyen, alnında derin çizgilerle her an birini azarlayacakmış ya da kızacakmış gibi insana sinirli görünen, konuşunca susmayan biriydi. Çok konuşacak kadar çok yaşamış biriydi. Çok konuşacak kadar çok çekmiş, hayatı alt üst oluşlarla geçmiş biriydi. Fakat yaşından daha dinç duruyordu.
   -Biz misafiriz, biz buranın yabancısıyız, dedim arabadan inmeden anlayışla karşılanacağını umarak. Birazdan gideceğiz. Fazla kalmayız, sizi rahatsız ediyorsak kusura bakma.
   -Olsun, misafir de olsanız, olmaz! Dedi ısrarla ve aksiliğini sürdürerek. Onun ters bir adam olduğunu düşünmeye başlamıştık. Belaya çattık der gibiydik. Arabayı park edecek başka yer var mı, diye bakındık ama park için bir yerde olmadığını görünce başka çaremizin olmadığını düşündük? Remzi amcanın saldırısına karşı koymayı da göze aldık. Remzi Birol hala ısrarla arabanın başında kapısının önünden çekilmesini bekliyordu. Biz ise kısa süre bekleyeceğimizi ve başka çaremizin olmadığın,biraz anlayışla karşılaması gerektiğini belirten bir açıklama yaptıktan sonra fikrini değiştirerek benimle ayak üstü sohbete başladı.
   -Nereden geliyorsunuz?
   -İstanbul’dan...
   -İstanbul’dan ha! Ah o İstanbul!dedi başını sallayarak, iç çekerek. Sanki İstanbul’dan alacağı varmış gibi...Ya da hala unutamadığı kendinde derin izler bırakan hatıraları olmalıydı. Ya da başını derde sokan başka bir şey olmalıydı. Ama misafirlerin derdi başkaydı. Remzi amcayı zayıf bir tarafından yakalamış gibiydik. Hababam Sınıfı'ndaki tarih hocasına tarihten soru sorup dersi kaynatan öğrenciler konumuna düşmüştük.
   -Remzi amca burada çay ocağı var mı? Bir çay içelim, çay bizden olsun! Senin İstanbul ile bir derdin var. Anlat da dinleyelim.
   -Benim hikayem bir çay molasından uzun sürer. Bir uzun hikayedir.  Bizim çektiklerimiz bir Allah bilir ama kime anlatırsın, kim dinler seni?
   -Olsun, bir çay olmadı bir çay daha içeriz.
    Gönlünü almak için ona çay söyledim. Bu teklifi hoş karşıladı. Ama,’hayır, benden olsun’ da demedi. Samimiyeti ilerletince  içeri davet ederek bize yer gösterdi ve oturacağımız bir tabure veya iskemle aranmaya başladı. Remzi amcayı bırakıp dikkatle bu tamirci dükkanının incelemeye başladım.  Sanki bu yüzyıllara tanıklık etmiş duvarlarda bir tarihi sır gizli gibiydi.
   -Sandalye arama Remzi amca. Yoksa da zararı yok! O kadar önemli değil, şuraya ilişiriz, dedim. Şu sokakta tek başına duran bu ulu ağaç çınar ağacı mıdır Remzi amca?
   -Öyledir, o bir çınardır. Bakmayın tek başına olduğuna, kimse ilişemez. Büyüklere, ululara kim ilişebilir? O bekçi gibidir, bizim buraları gözler durur.
   -Çınar ha! Sen de yaşlı bir çınara benziyorsun, diyerek Remzi Birol’a iltifat ettim.
   -Sağol evlat,ben de epey görmüş geçirmişimdir. Şu gördüğün makinelerden daha yaşlıyım.
    Rose Brand, Necchi,General, Eser, Singer, Prenses, Balaban, Zenith dikiş makineleri, her fiyata...Çin, Taiwan malları sıra sıra diziliydi. Bize, çok eski yedek parçaların bile elinde bulunduğunu gösteriyor. Yoktan var ederek eski bir makineyi nasıl topladığını anlatmaya başlıyor Remzi Birol yaşına göre dinç, konuşkan ve çalışmayı seven biri.
   -Ben istiyorum bizim insanımız bunun daha iyisini yapsın, ama yapamıyoruz. Şunda ne var ki? Her şey dışarıdan geliyor. Birazcık gücüm olsa en iyisini yaparım. Ben eski adamım, öyle her şeyin kolay kazanılmadığını bilirim. Biz çok sıkıntı çektik, çok yokluk gördük. Onun için iğne ucu kadar bir şeyin kıymetini bilir, saklarım. Hiçbir şeyi zayi etmem.
   Biraz duraklayıp uzun uzun tam karşısındaki çınara baktıktan sonra yine devam ediyor.
   -Buraya gelen Amerikalı turistler Yunanın sandığını alıyorlar da  şu kollu dikiş makinelerini almıyorlar, diyor gücenik bir ses tonuyla. Bunları antika olarak görmüyorlar. Halbuki bunları onların dedeleri yapmış, kendi malları.  Bu kollu makineler o zaman 280-300 lira imiş. Bu kollu dikiş makinelerini Kazdağı’ndaki keresteciler kullanırlarmış.  Söküklerini dikerlermiş. Dağ başında  terziyi nereden bulacaklar!
   Çocuklar buraları zamanında  görecektiniz! Her şey geçmişte kaldı. Hep merak ederim, geçmişte kalan sadece zaman mıdır? Diye soracak olsanız acaba benim yaşadıklarıma da ne demeli? Yoksa geçmişte unuttuğumuz bir şeyler mi kaldı? Bir türlü aklıma gelmiyor... Yazık oldu! Geçmiş olan nedir, hala anlayamadım! Üzerimizden geçmiş olan zaman mı bizi bu hale getirdi. Biri merak edip  öğrenmiyor. Çekilenleri yaşayanlar bilir... Şu makinelerin bir dili olsa...

Remzi Birol

   Biraz soluklandıktan sonra başka bir konuya geçti.
   -Kaz dağına  gittiniz mi hiç? Kaz dağını bilir misiniz?
-Gittik, biliriz.
-Bayramiç’i geçtikten hemen sonra... Orada ne olduğunu bilir misiniz? Orada bir Ayazma var. Suyu karpuz çatlatır, öylesine soğuk bir sudur. Çok soğuktur. Herkes oraya gider. Ben oranın eskilerinden dinlemiştim.  Dünyanın ilk güzellik yarışması orada olmuş. Kim yarışmış, sonucu ne olmuş bilmiyorum.  Ne olmuşsa ondan sonra olmuş. Duyduğuma göre bu Truva savaşı ondan sonra çıkmış. Siz Truva’yı biliyor musunuz? Oraya gittiniz mi? Hemen yolun üzerinde. Ben gidemedim. Her yere gittim ama oraya bir ayak gidemedim.


   Ah bu dağların taşların bir dili olsa çocuklar! Burada her taş bir tarih... Burada ne dünyalar kurulup yıkılmış! Nereden bileceksiniz? Bilemezsiniz ki! Kimler gelip geçmemiş bu topraklardan.... Kimler?

   Kapıya at arabası üzerinde, satmak için  hurda bir dikiş makinesi getiriyorlar. Tamirci Remzi Birol içeri giren esmer, ince,uzun boylu elinde kırbacı olan delikanlıyı dikkatle inceliyor. Genç esmer delikanlı arabanın üzerindeki eski siyah bir dikiş makinesini işaret ederek,
   -Dayı şu makine senin işine yarar mı?
   -Görmeden bir şey diyemem.
   -Bir bak! Gör o zaman.
  Onlara  birkaç soru sorduktan sonra tanıyor.
   -Biz filanca köylü filancanın oğluyuz. Sen bizi tanıyor musun?
   -Ben senin yedi sülaleni tanırım. Kaç lira istiyorsun? Diye soruyor Remzi Birol pek alıcı gibi görünmeyerek. Kuşkulandığı için  baştan savmaya bahane arıyordu.
   - Otuz milyon isterim.
  -Otuz milyon ha! Otuz kuruş etmez! Dedi üstüne basa basa. Remzi Birol gülüyor. Daha bir bakışta makinenin ne mal olduğunu anlıyor. Makineyi evirip çeviriyor, mekik yuvasına bakıyor, bozulmuş. Kolludan pedallıya çevrilmiş olduğuna karar veriyor.
   -Bak ben senin babanı iyi tanırım. Baban da ta o zamandan kalma alacağım var. Ne istiyorsun buna 30 milyon mu? Hayrını gör. Ben de bunun yenileri 25-30 milyon.
   -Sen kaç lira verirsin? Hele bir fiyat da sen söyle.
   -Ben 3 milyon veririm.
   Bu fiyatın yorulduklarına değmeyeceğini gören at arabacı gençler bir şey söylemeden, pazarlığa bile gerek görmeden,umduğunu bulamamanın şaşkınlığıyla makineyi tekrar  at arabasının üzerine koyarak ve atları kamçılayarak giderlerken dönüp tamirci Remzi Birol’a ters ters bakıp söylenerek uzaklaştılar.
   -Bunlar çingene, kim bilir kimden aldılar. Belki de beleşe getirdiler ya da yürüttüler, dedi Remzi usta.    
  Çay söyledik. Dışarıda mevsim normallerinin çok üzerinde bir sıcak etrafı kavuruyordu.
  -1919 yılında Atatürk Samsun’a çıktığında doğmuşum. Ben tarih adamıyım, 70 yıllık laf bilirim, diyerek dükkanın önündeki yaşlı çınar ağacına gözünü dikerek anlatmaya devam ediyor. Bak şu çınar 150 yıllık. Şu yanındaki cami de 150 yıllık. Buraya ilk gelen göçmenler yapmış. Büyük değil ama biz ona Ulu Camii diyoruz.
   Birden suçlu imiş gibi bir tavır takınıyor
    -25 yıl oldu içkiyi bıraktım. Sıhhatimi buldum. Hayat meşgalesinde unuttuğum ama başka yapacak iş de kalmayınca Allah’a olan borcum için namaza başladım. Bu saatten sonra ne yapılır başka! Elden avuçtan düşünce huzur evine gitmek istiyorum.
   Bir süre sessiz kaldı, gözleri nemlenir gibi oldu.
   -Eh, bundan sonra ne olursa Allah bereket versin. Hikaye ne bu kadar ne de bundan ibaret! Yaşarsınız ama soru sormazsanız ya da soru sormasını bilmezseniz zaman geçip gider, nasıl olup da bu yaşa geldiğinizi anlayamazsınız! Bilirsiniz de bilemezsiniz! Kendinizi bir şey sanırsınız ama şu verimli topraklar kadar bile bereketli olamazsınız, düşünemezsiniz! Kafanız bu kadar bile çalışmaz. Topraktan her bereket fışkırır. Toprak her şeyini verir ama yine topraktır, toprak kalır ama sizden geriye bir şey kalmaz! Bir nişan bırakacak kadar bir şey yapmadıysanız yazık olur! Hiç yaşamamış gibi olursunuz, hiç! Acaba biri çıkar da bir zamanlar burada Remzi Birol diye biri yaşıyor muydu, diye hatırlar mı?
   -Tabi hatırlar, senin gibi makineleri kim iyi tamir edebilir? Kim onların dilinden sinin gibi iyi anlar?Senin yaptığın, senin sattığın makinelerle kim bilir hangi güzel elbiseler dikilmiştir? Genç kızların çeyizlerini süslemiştir? Kim bilir kaç gelinlik dikilmiştir? Kim bilir kaç genç kızın rüyalarına girmiştir? Kim bilir senin için hatıralarda saklı kalan güzel sohbetler olmuştur?
   -Öyle öyle! Ben kimseye bir kötülük etmedim, hep iyiliğim dokunmuştur. Ben bu dünyadan alacaklı gitmek isterim.
   Yine aynı durgunluk ve burukluk.... İçi eziliyor gibi.


   Lafa böyle başlıyor ve devam ediyor Remzi Birol, daha çok  söyleyecek sözü olduğunu ima ederek.

   -1919 da doğmuşum. Babamın Çanakkale’den dönüşünde yani 1922 senesinde üç yaşındaymışım. Babam buraya, Ezine’ye yerleşmeyi uygun görmüş. Buranın kokusu içine sinmiş. O zaman ta buralara kadar işgal altındaymış. Babam burada hırdavatçılık yaparmış. Hırdavat işleri iyi gitmiş... Babamı Türkler çekememiş, uyduruk bir suçlamayla Yunan Apostol’una şikayet etmişler. Babam iyi Rumca bilirdi, Rumlarla arası iyiydi.  Babamla birlikte içeri bir sürü adamı da atmışlar. Akşam olunca adlarını saydıklarını başka yerlere gönderecekler, orada kurşuna dizecekler, kendi aralarında böyle konuşurken babam durumu anlamış.  Apostol’un bir metresi var, babam da bunu biliyor, metresiyle de babamın arası çok iyi.  Babam bizimkileri, yani amcalarımı hemen çağırmış: ‘Apostol’un metresini bulun, şu parayı ona verin beni kurtarsın. Yoksa beni de kurşuna dizecekler’ demiş. Metresi bulmuşlar işi halletmişler. Apostol, babamı serbest bırakırken ’İsmail’i Türkler şikayet etti. Ezine’ye gelmesin’ demiş. Babam bunun üzerine bir daha Ezine’ye gelmedi. Bizi Çanakkale’ye götürdü.

   Babam çok barbar, kabadayı bir adamdı. Öyle olur olmaz şeylere pabuç bırakacak biri değildi. Mertti, delikanlı bir adamdı ama bu toprakları ona dar ettiler. Üzüntüsünden o dağ gibi adam kahroldu, eridi, tükendi.
   Ne yıllar gördük geçirdik! Hey gidi hey!
   İtalyan - Habeş harbinde bir kıtlık oldu. İşte o sıralarda babam 59 yaşında öldü. Ellidokuz! İnsan   buralarda, ancak kahrından ölür ellidokuz yaşında. Kendini içkiye vurdu. Ramazan hariç hemen hemen her akşam içerdi. Ona yapılan haksızlığı hiçbir zaman unutamadım. Hep aklıma gelir... İçim bir tuhaf olur. O yıllar bir daha geri gelmesin! Hak hukuk adalet yoktu!... Güçlü olan kazanır fukara hep kaybederdi. Hoş, gerçi bugün değişen ne var? Bugün de başka türlü... Her devir gördüğüm aynı... Ne olacak böyle? Nereye gidiyoruz,bilmiyorum. İnsan yarınına iyi gözle bakamıyor...Sizler gençsiniz,belki sizler düzeltirsiniz. Biz bir şey yapamadık! Daha doğrusu ne yapacağımızı bilemedik!
   Tekrar ayağa kalkıp dışarı baktı. Birini bekliyor gibiydi. Kim bilir belki bir alışkanlık ya da bir müşteri....
 -İlkokulu 4’e kadar okudum. Daha sonra biz iki kardeş bir saatlik yolu katederek, beşi öyle bitirdik. Ne zorluklarla, ne güçlüklerle okuduk... Hayat o günde zordu bugün de başka türlü  zor... Hey gidi hey, insana bir hayal gibi geliyor her şey. Yaşanmış, geride kalmış! Biz geçmişi siz geleceği yaşarken zaman hep aynı oysa...
 
  1940 senesinin mayıs ayının 20’sinde Koşulu Topçu olarak  Eceabat’ta askere alındım. Eceabat’ın eski adı Maydos’tur. 2-3 ay sonra  Alman harbi başladı. Gelibolu’ya oradan da Bolayır’a gittik.  Oraya 2. Kolordu 69 Tümen, 69. Koşulu Topçu Alayı  olarak yerleştik. Ben Muhabere çavuşluğu yaptım. İnönü  geldi,tam iki metre önümden geçti. Tam iki metre önümden!... Teftiş etti,sonra gitti. Üç yıl askerlik yaptım, Ayvacık Panayırı zamanında,1943 senesinin  mayıs 25 inde eve geldim. Bir gece vaktiydi, dolunay vardı.



  1943-44 beygir arabacılığı yıllarım... Araba ile nakliye yapmaya başladım. Böyle iyi gidiyordu. Bir süre sonra yani  1944 yılında,bir yaz günü Ayvacık dönüşü  yatsı sıraları, yol üzerinden geçen suya ay ışığı vurunca hayvan ürktü. Arabadan düştüm,düşünce araba üzerimden geçti. Belim sivri bir taşa gelmiş o an acısını hissedemedim,tekerler iki bacağımın üzerinden geçti, İyi hatırlıyorum 1944 yılıydı..   Kepek, sirke yaptık bacaklarım biraz düzeldi, kendime gelir gibi oldum. Bir süre böyle gittim
     1945’ te belim ağrımaya başladı. Ilıcaya gittim düzelmedi. Ağrı hala devam ediyordu. İstanbul’da bizim Ezineli Reyhan Songar var. Dedesi eczacı idi. Buradan kalktık yanına gittik. Bana ‘İstanbul’da zorluk çekme. sende hastalık yok. Alçıya girip iyileşeceksin' dedi. Beni alçıya aldılar,tam 4 buçuk ay alçıda kaldım. Düzelmemişim,hala aynı rahatsızlık devam ediyordu,bir daha alçıya aldılar. Bu sefer 7-8 ay sürdü. Ondan da bir sonuç yok derken 4. alçı bir sene sürdü. 1947-48 benim rahatsızlığım hala devam ediyordu.
   O zaman Saadet,Selamet adında vapurlar vardı. İki gün iki gecede İstanbul’a vardık. Tramvayla Bebek’e kadar gittik.  Baltalimanı’nda bir hastane var, kemik hastanesi. Oraya gittik, sıra 13 ay sürüyor. Müracaatımız da 7 ay sürdü.  Baktım olacak gibi değil Başhekime çıktım. ‘ Sana yatak lazım,bir sene yatacaksın’ dedi. ‘Mümkünse ben tedavi olmaya geldim, yatmak istiyorum’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Katip Hacer hanım var. ‘Hacer hanım,başhekimle görüştüm. Ben yatacağım’ dedim. Hemen hesap etti. Kaç gün kalırsam kaç lira tutar diye... O zamanla bu zaman arasında değişen bir şey yok. Paran varsa senden iyisi yok. Eskiden de böyleydi şimdi de böyle. Derler ki eskiden paranın değeri vardı...Vardı ama kimde para vardı ? Yine aynı adamlarda..
   Yövmiye 6 lira,1 ay 180 lira, gerisini sen düşün artık. Bir sene ne tutar orası da ayrı. ‘Hacer hanım başka imkan yok mu? Bu çok para,biz fakir insanlarız. Bizim mümkünümüz yok’ dedim. Hacer hanım şöyle bir yüzüme baktı. ‘Var,50 lira vereceksin’ dedi. Biraz rahatladık tabii. Nüfus kağıdı arasına 50 lirayı koyup verdim. 3 doktor paylaşıyor;başhekim, doktor Ali bey, alçıcı Melahat hanım. İşimi hallettim. Beni yatırdılar, başhekim geldi. ‘Sen yatmışsın,iyi iyi, sizin koğuşun doktoru izine gitti,20 gün sonra gelir. O zamana kadar ye iç yat’ dedi. Doktor Ali bey 20 gün sonra geldi. ‘Sana Stratomicin iğne lazım. Alacak gücün var mı? İltihap kapmışsın. Gramı 6 lira,50 gram gerekiyor’ dedi.  Karaköy Ziraat Bankası’nda bir hemşerim vardı. ‘Bana 10 gram alıver’ dedim,’olur’ dedi.  Doktor Ali bey, ‘başın döner, gözlerin kararırsa bu iğneyi keseceğiz’ dedi.  18 gram yetti, iltihap kurudu. 1950 senesiydi,70 kilodan 90 kiloya çıktım.

 

   1950 senesinde,Tophane’de Singer dikiş makinelerinin Umum Müdürlüğü vardı. Oranın şoförlüğünü yapan genç bir çocuk vardı. Bozcaada’ya Singer acentalığı açılmış. Bizim buralara da gelip giderdi. Bana tavsiye etti. ‘Bu işi yap abi,kazanırsın’ dedi. O zaman İstanbul’da,Diyarbakırlı Abdulkadir adında bir müdür vardı. Ben de gidip Umum Müdürlükteki Abdülkadir’den acentalık istedim. Sağolsun,benimle ilgilendi,acenteliği bana verdi.
   Bu iş 1960 yılına kadar sürdü. İhtilal oldu. Biz Demokrat Partili olduk. Halk Partililer bizi şikayet ediyor, toplayıp götürüyorlar. Zulüm her zaman vardı,her yerde de aynı... Burada iyi bir komutan vardı. ‘Kim asılsız suçlarsa, bir suçu olmadığı ortaya çıkarsa, şikayet edeni içeri alacağım’ deyince şikayetler kesildi. Ben o zaman içeri girmedim. 1962 yılına kadar Singer dikiş makinesi satışı sürdü. 
      Şimdi biz Demokrat Partili olduk ya,bak şimdi burnumuzdan nasıl fitil fitil gelecek.Halk Partililerin şikayet ederek yapamadıklarını demokrat hükümet bize nasıl yapacak, bak anlatayım: 1957 senesinde bir Milli Koruma Kanunu çıktı. Fazla fiyatla satılan mala hükümet el koyuyordu.. Singer dikiş makinesi de 350 liraya satılması gerekirken 500 liraya satılıyor. Umum Müdürlükten bize bir tamim geldi.  Köylüye şehirliye herkese satabilirsiniz diye. Tamim böyle diyor. Ben de bu fiyatlarla alıp satıyorum.  Bir gün bir müfettiş geldi. Genç,toy,şımarık bir çocuk,altına bir araba vermişler züppe gibi dolaşıp duruyor. Halimizden anladığı yok. ’Sen bu dikiş makinesini köylüye satamazsın’ dedi. ‘O niye?’ dedim. ‘Bak yahu,Umum Müdürlük bana tamim göndermiş,herkese satabilirsin diye. Ne demek köylüye satamazsın? Ben bura köylülerini hep tanırım. Adam gelip isterse ben nasıl veremem. Ne derim adama. Hepsi tanıdık. Ben şehirliye kaç tane satacağım? Bu dikiş makinesi sadece şehirli için mi?Köylü insan değil mi?’ Böyle tartışıp durduk. Müfettiş ısrar etti. ‘Ben çıkıp köyleri gezemem’ dedi. ‘Sen bilirsin. Köylüye satmayacaksam ben de satmam,benden bu kadar. Ben bu işi burada bırakıyorum. Madem sen böyle diyorsun,mademki böyle,ben de bu işi burada bırakıyorum’ dedim. Ben köylüye taksitle dikiş makinesi verince fiyatı 500’ü buluyor. Ben taksitle aynı fiyata satamam ya. 6 makinenin bedelini yatırdım ve bıraktım. O zamanlar Omega,Phılıps,Zenith makineleri vardı.
   Ben boş duramam,boş durmayı da asla sevmem,dedi derin bir soluk alarak,bu benim tabiatımda yok!
    1965 yılında mahrukatçılık yapmaya başladım. İşte mangal kömürcülüğü işine bu sebeple  böyle girdim. Çok sıkıntılı bir işti. Bu tam 70 senesine kadar sürdü.  Ağaçlar pahalanıncaya kadar sürdürdüm.  Bu sahiller eskiden hep palamut doluydu.  Palamudu Almanlar alır boya sanayisinde kullanırdı. Başka ülkeler de alırdı... Salamiye diye bir Yahudi vardı. Bu işi o yapardı. Zengin mi zengin bir adamdı. O hiç ortalıkta görünmezdi. Zaten böyle adamlar sokakta görünmezler,ortalık yerde dolaşmazlar,niye?Günahlarının çok olduğunu,başlarına bir iş geleceğini düşünürler. O da böyle bir adamdı...Her işini gören,her işine koşturan adamları vardı,eli de çok sıkıydı. Onun adına Hacı Mıgırdıç iş yapardı  Salamiye kimseye acımazdı,öyle bir adamdı. Bu işin kuralı demek böyleydi,insan zengin olunca kimseye acımıyor demek! Bize de öyle insan gözüyle bakmazdı. Bu nasıl oluyorsa... Ben bu işi hala anlayabilmiş değilim. Lafın kısası palamudu hep o toplardı. Palamudun kilosu 2 kuruş 10 para idi. Para sağlamdı ama fiyatı da öldürürdü.



   Palamut boya sanayiinde kullanıldığı gibi kösele yapımında da kullanılırdı. Kösele palamuda yatırılır,öyle işlem görürdü.  Büyük şilepler Çanakkale Tavaklı iskelesinden kalkardı.  100-150 tonluk küçük şilepler Odun iskelesine yanaşırdı. Salamiye’nin oğlu Moris vardı. Moris İzmir’den evlendi. O zaman ona kız tarafı 500 lira mı desem 500 bin liramı desem bir para verdi. Büyük paraydı,duyduğumuzda afalladık,ağzımız bir karış açık kaldı. Donup kaldık! Ne büyük paraydı?Düşündüm,sonraları çok düşündüm ki, meğer onun gemilerini dolduran biz imişiz! Bunu bile akıl edene kadar ne zaman geçti...
   Dışarıdan balya balya 100 kiloluk el değmemiş beyaz keten çuvallar gelirdi. Palamudu onlara doldururduk. Bazen otuz ton palamut toplardık, iyi paraydı.  Develerle iskelelere kadar taşırdık.
   Artık yavaş yavaş palamut işi gevşemeye başladı. Bir şeyleri kaybetmeye başladığınızı anlarsınız... Bu da öyle bir haldi. Ekmeğin elinizden göz göre göre uçup gittiğini görürsünüz,görürsünüz de bir şey yapamadığınızı anlarsınız. Nafile bakışlarla sahilde dolaşıp durursunuz. Yine en iyisi denizdir...İşte o  zaman ben bu işin sonun geldiğine inanmaya başladım.
    Kimya değişince gelişince bizim işler durdu. Çünkü teknoloji ilerlemiş doğal olanı değil sentetik olanı tercih etmeye başlamıştık.
   Almanlar palamudu artık almayınca,başka kimya boyaları bulunup icat olununca artık palamutları kömür yapmanın zamanı geldi diye düşündük. Palamudun bir de pelidi olurdu,bunu hayvanlara yem olarak verirdik. Çok besleyicidir,çok yağlıdır. Almanların palamudu bırakması iyi olmadı,palamutlara yazık oldu,palamut ağacının sonunu getirdi.  Böylece biz de mangal kömürüne başladık. Bura köylülerine kömürü yaptırır,çuvallatırdık. Biz de tonunu 5 bin liraya verirdik.  8 kuruş kira verirdik. Kilosu aşağı yukarı 45 kuruş idi. İstanbul’da Yenikapı esnafına verirdik. Bir kamyon kömürden 300 lira kalırdı. Bir kaymakam 250 lira alırdı,ona göre düşün. İstanbul’dan bir yer almayı akıl edemedik. Burada da bir yer sahibi olamadık.
   Ağaç kalmadı,kökünü kuruttuk. Var olan ağaç da pahalılandı. Artık arazi boş kaldı.  Biz de o zaman zeytin dikmeye başladık. Zeytin iki üç senede mahsul verir. Birden her yan zeytin oldu.
  Bundan 15 sene önce bir ayaz oldu 1100 ağacın 800 tanesi kurudu. Yalnız ağaçlar mı?Biz de kuruduk...Çocuğun bile elinden tutarak yürümeyi öğretirler ama bize bir sahip çıkan olmadı,bir şey diyen olmadı. Bu işte hep bir bit yeniği olduğunu sezdim ama çıkaramadım ne olduğunu?Bilemedim,görüşüm kısa geldi. İnsan okumayınca bu kadarını bile bilemiyor...
   Zeytin ekmektir...bilene tabi...Köylü bunu bilir...Emek verirsen bir şeye o da sana ekmek verir. Boş durmadım,çalıştım,çalışmayı severim. Düşündüm taşındım bu arada  ne işi yapayım diye...

   !970 senesinde 800-1000 hanelik kasaplık tavukhane açtım. Bu iş de 73 yılına kadar sürdü. Tavukları 22 liraya satardık. Fenni yemle beslerdik hep bir kilo gelirdi. Bir türlü bir buçuk kiloya çıkaramadık. Küçük Pazar’a veriyordum. Bir al bir ver,böyle anlaştık ama anlaşmaya Küçük Pazar esnafı uymadı. Her seferinde borcu çoğalttılar,verdikleri üç beş kuruşu da yollarda yedik. Böylece bu işi de bırakmış oldum.  Yumurta 70 kuruş idi.

   Durdu lafın burasında soluklandı, dükkanın önündeki yaşlı çınara gözü takıldı.

   -Şu çınar her şeye şahittir, benim yaptığım her şeye şahittir. 150 senelik bir çınar,bundan 6-7 tane vardı.  Üçünü kestiler. Dolmabahçe’den Beşiktaş’a kadar hep çınar ağaçları vardı. Onlar şimdi duruyor mu? Ya İzmir Fevzipaşadakiler? Onlar da tarih idi.
   -Amca sen de bu çınara benziyorsun!Tarih gibi bir adamsın. Sen konuşuyorsun tarih yazıyor!
   -Öyle tabi,bütün bunları boşuna yaşamadık. Her kötülüğü gördük, her eziyeti çektik.. Çalıştık çabaladık, alınteri döktük ama bir iyilik göremedik,bunu bir türlü anlayamadım. Bu yüzden hep halime acıdım.. İşte şu hale bakın.... Hayat sadece karın doyurmak mı? Öyleyse kimseye bir ihtiyaç duymadan bu yaşa kadar geldik.
   Ezine..., Dedi durakladı,gözlerini kıstı. Sanki Ezine ona acı vermiş gibiydi. Duygulanır gibi oldu,içinde sıkışmış bir şeyi dışarıya atmaya zorlayan bir hali vardı biraz. Sonra bir süre öyle düşününceli kaldı ve kaldığı yerden devam etti.
   -Ezine iki yakalıdır,arasından dere geçer.,kimi zaman seller akar.  Bir gece uyku tutmadı gözümü,saydım,her evden 2-3 kişi eksilmiş.  Benim zamanımdan kalma o yakadan 700 kişi bu yakadan 200 kişi  toplam 900 kişi ölmüş,dile kolay 900 yaşlı çınar devrilmiş...Oğlum,bu çınarlar devrilince yeri açık kalır...gölgesiz kalır. Bu boşluğu yeni gelenler dolduramaz. Şimdiki zamanın insanı bir hoş,kafasında kavak yeli esiyor. Vurdumduymaz,bir şey bilmez ama her şeye konuşur,anlıyormuş görünür...Ukala...Saygı sayan yok!Nerede o eskinin insanları!Nerede!Her şey hızla bozuluyor!
  Bu yaka su baskınından,o yaka yangından kurtulmaz. Bu Ezine köprüsü temelinin atılışını iyi hatırlarım,o zaman Demirel gelmişti. Artık yerleşim bu yakaya kayıyor.
   1975 yılında tekrar Singer dikiş makinesi satmaya,tamir etmeye başladım.  O zaman Yeni Restoran yakınındaydım.  Orada 5 sene durdum.  10 senedir de buradayım. 50 senedir de İstanbul’a gidip gelirim. 1950-55 arası İstanbul’un nüfusunun 1.5 milyon olduğunu bilirim.
   Şu senin sorup öğrendiklerini benim yeğenlerim sorup merak etmemişlerdir, geçmişlerini öğrenmek istememişlerdir. Aslını merak etmemişlerdir. Meraksız insan neye yarar?Biz nereden geldik diye sormamışlardır. İçlerinde en yaşlısı benim,ben tarih gibi bir adamım. Hiç... hiç sormazlar,niye merak etmezler,niye böyledirler bilmiyorum. Bak,sen İstanbul’dan, ta nerelerden geldin,soru soruyorsun,öğrenmeye çalışıyorsun. Niye? Ne yapacaksın öğrenip de,ne işine yarayacak?80 yaşındaki bir adamın hayatını öğrenmek ne işine yarar?Bunda ne güzellik bulursun bilmem!
    Artık bu işi bırakacağım. Emekli olunca huzur evine gidip orada kalacağım. Artık ne olursa olsun. Bizden sonra gelenler benim gibilerin yaşamlarından ders çıkarsınlar...



   2010 yılında gittiğimde Remzi Birol'un iki sene önce huzur evinde öldüğünü söylediler.

Hayber Gürsoy
06 Temmuz 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İki güzellik bir arada

İki güzellik bir arada

Ya üçüde olmasaydı

Ya üçüde olmasaydı

Mehmet Akif Ersoy'dan

Mehmet Akif Ersoy'dan

Gezi Parkı

Gezi Parkı

Ne Denilebilir!...

Ne Denilebilir!...

Gezi

Gezi

Günün Fıkrası

Deli

1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



Avukat 1




Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

Avukat gülümsemiş.

- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




Avukat 2




George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




Avukat 3




Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

“İki kere iki kaç eder?”

Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

''Kaç olmasını istersiniz?''




Avukat 4




Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




Avukat 5




Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

Avukat açtı ağzını:

“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

Görevli yerin dibine geçmişti.

Sadece:

“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

Avukat onun sözünü keserek devam etti:

“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















Günün Sözü

Homo sum,humani nil a me alienum puto

İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
Zamanın belleği var