AKP ’nin on yıllık iktidarı boyunca uyguladığı kentleşme politikalarının iki ayrı yüzü var: Birincisi politik alan diye tasavvur edilen bir kutsal bagaj. Kamusal alanı tasarlamaya,
Bu iki düzeyin ilişkileri merkezi politikaların kentsel mekanı nasıl dönüştürdüğü, değişime uğrattığı hakkında bir fikir veriyor. “Soğuk Savaş” dönemi sonrası toplumu tasarlama ütopyalarının iflas ettiğinin, krizlerle karşılaştığı dönemde bunların öznesi olan ulusal devletlerde ideoloji geriye çekiliyor, ama yok olmuyor. Tam tersine piyasa üzerindeki siyasal denetimin gizli, dokunulmaz bir gizil gücü haline geliyor. Bu açıdan AKP’nin durumu Çin Komünist Partisi’nin geçirdiği dönüşüme benziyor.
AKP bilgi üretimi ile ilgili alanları, sanat, kültür, tasarım, mimarlık, araştırma konularını hatta hukuksal normları modernist bir elitin uğraşları olarak görüyor ve dışlıyor ya da bunu bir iktidar talebi olarak algılıyor. AKP farklı kamu yararlarının temsil edildiği ortak alanlarda, fikir üretimi ile ilgili konularda katılım ve düşünceyi ifade etme özgürlüklerinden söz edenleri çoğu zaman siyasal hasımlar gibi algılıyor. Kamu tarafı olarak gözetmesi gereken bağımsız düşünce üretimini iktidara karşıymış gibi değerlendiriyor. Sanat, mimarlık, tasarım, planlama, araştırma gibi faaliyetler üst sınıfların erişimine sunulan, sermayenin hizmetinde olan faaliyetler olarak gelişiyor. Mimarlar, araştırmacılar, plancılar, sosyal hizmet uzmanları piyasa aktörlerine, müteahhitlere bağımlı çalışıyorlar. Bu kamusal müdahalelerin mantığını ortadan kaldırıyor ve kentleşmeyi inşaat önceliğine teslim ediyor.
Bunda 28 Şubat sürecinin yarattığı şartlanmanın etkisi büyük. Türkiye'de hukuk rejimi zaten devlet elitinin kontrol ettiği bir alandı, onun dışında devlet bütçesini, siyaset ve hukuk ile güya kontrol edilebilen sahayı aşan, patronaj içinde yönetilen bir imar bütçesi oluştu. Bu da AKP’nin “Osmanlı Mahalleleri” dışında bir kent tasavvurunun olmadığını, yönetim anlayışını bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Bu şekilde kent mekanından arındırılan politik alan insanların kendi gelecekleri üzerinde tasarrufta bulunma, yaşam koşulları ilgisini kaybediyor. Politikanın yaşam alanlarından arındırılması meselesi önemli. Bunun arkasında neoklasik bir kimlik inşası meselesi var. Ulusalcılık burada ulusun yönettiği bir devleti, kamu örgütlenmesini değil, bir elitin yönettiği, aklını kendi üzerine kapanan teknokratik bir temsilden alan bir örgütlenme anlamına geliyor. AKP’nin eliti de bu soylulaştırıcı şiddetten besleniyor. Bu elit şehirlerdeki imar hareketliliği üzerinden kamu bütçesini aşan muazzam bir kaynağı kontrol ediyor. AKP ile özgü bir siyasal rejim oluştu ve yerel yönetimler güçleneceğine, büsbütün merkezi siyasetin maşası haline geldiler. Bu yeni imar düzeni ise bu vesayet rejimini yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bu yapı içinde eliti seçme özgürlüğü ise demokrasi olarak adlandırılıyor. AKP’nin bu kentleşme politikası imar rejiminin iflas ettiğini, bu alandaki deneyim eksikliğinin bulunduğunu ve hatta bu yüzden demokratik bir planlama modelinin çok daha mümkün olduğunu gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder