22 Aralık 2015 Salı

Kullanışlı faşistçiklerin ‘el artırma’ pervasızlığı…




Mart 2014’te Radikal İki’de yayınlanan ‘Almanların faşo ağası’ başlıklı yazıya şu paragrafla başlamıştım:

“Almanya’da 20. yüzyılın ilk ve ikinci çeyreğinde yaşanan gelişmeler, yalnızca Almanya değil, dünya siyaseti açısından sarsıcı oldu. 1920’lerde hızla filizlenen ve 1930’larda kıtayı işgale niyetlenen Nasyonal Sosyalist (Nazi) hareket (düşünce-parti-iktidar) özellikle insan-devlet ilişkisinin kuruluşu bağlamında yüzyılın en etkileyici/tüyler ürpertici örgütlenmelerindendi. Yükselişleri, toplumu dönüştürmeleri, iktidarı ele geçirişleri ve sonraki uygulamaları üzerine kütüphaneler dolusu yayın var. Bu satırların yazarının ilgili alana katkı niyeti ve olasılığı yok elbette. Buna mukabil, özellikle iktidara geliş aşamaları, ‘hukuksallık’ konusu ve 1919 Weimar Anayasası etkisi; Türkiye’de hukuk sisteminin çöktüğü ve ‘hukukçuların’ (mevzuat hafızlarının) TV’lerde birbirine çemkirerek, giderek gülünçleşen bir pozitif hukuk tartışması sürdürdüğü bu olağan dışı günlerde…”

Yukarıdaki satırların üzerinden hayli zaman geçti ve bugün gelinen nokta, her açıdan daha ağır. Malum, her ürün uygun koşullarda yetişir. Eğer o ‘uygun’ koşulları ‘yapay’ biçimde yaratmamışsanız, örneğin kutup bölgesinde limon yetiştiremezsiniz. Siyasal rejimler de talep edilen rejim için elverişli bir tarihe, koşullara, siyasal kültüre gereksinim duyar.

1920’lerde faşizmin özellikle İtalya ve Almanya’da inşası için koşullar mevcuttu. Sol, güçlü olduğu Batı memleketlerinde kitlelere, muhtelif gerekçelerle ‘bir şey vaat edemez’ haldeydi ya da o hale getirilmişti. Faşizm ekonomik olarak zor durumda ve savaş sonrası ulusal onurları incinmiş halkların yaşadığı, ‘kurtarıcı’ aranan yıllarda yükseldi. Zor durumda kalmış toplumlar, bir kurtarıcı ararsa mutlaka bulur! Almanlar da buldu, İtalyanlar da…

Generallerin katkısı

İki ülke de, diğer Batı sistemlerinde aynı ölçüde başarılı olamayan faşizmin (ayrıksı İspanya örneği bir yana) filizlenmesi için ‘elverişli’ idi. Tabii her ikisinin de ‘parlayışında’ beceriksiz muhalefet ile onlara iktidarı altın tepside sunan ahmak yöneticilerin büyük payı oldu. Avusturya kasabalısı beş para etmez bir onbaşının dünyanın başına bela olmasında, ne dirayetsiz Hindenburg’un ne de ‘seçim’ sonrası Reichtag’ın açılış töreni Postdam Askeri Garnizonu’na alınarak gönülleri iyice fethedilen ‘generallerin’ katkısı görmezden gelinebilir.

Benzer katkı İtalya’da Kral V. Emmanuel tarafından sunuldu. Roma’ya yürüyen on binlerce Kara Gömlekli ile mücadele mümkünken, başbakanına karşı çıkan Kral, Ekim 1922’de Mussolini’yi hükümetin başına atadı. Robert O. Paxton’un sözcükleriyle, ‘Konuyu bir sonuca bağlayan şey ise faşizmin gücü değil, muhafazakârların kendi güçlerini Mussolini’ninkine karşı riske atmak istememeleri oldu.’ (Faşizmin Anatomisi, İletişim, s.156)

Yine Paxton, iki ‘iktidara gelme’ durumunu da şöyle özetliyor: ‘…ikisi de, en azından yüzeyde, Kral III. Victor Emmanuel ve Cumhurbaşkanı Hindenburg tarafından kullanılan ve görünürde meşru ve anayasal olan yetkilere dayanarak hükümetin başına geçtiler… Her iki görevlendirme de faşistlerin kışkırttığı son derece etkili kriz koşullarında gerçekleşti.’ (s.166)

Söz konusu rejimler iktidarlarını toplumun ‘yardımı,’ ‘katkısı,’ ‘duyarsızlığı,’ ‘kayıtsızlığı,’ ‘bilinçsizliği’ ve tabii ‘şiddet’le inşa etti. Bunun için çok çeşitli araçlar kullandılar. Sermayeleri de vardı, din adamları da, yazarları da, yargıçları da, gazetecileri de, akademisyenleri de, askerleri de, sokak serserileri de, akıl daneleri de…

Sükûneti sağlamak için!

Ortalama yurttaşı, bir yandan korkutup umutsuzluğa sevk ederken diğer yandan onurlandıracak işler yaptılar. Güç vaat ettiler. Ulusun şahlanışını vaat ettiler. Toprak vaat ettiler. Savaş vaat ettiler. Vaatlerini mitlerle, yüzyıllar öncesinin savaşkanlığıyla desteklediler. ‘Saflıklarını’ bozan ya da milli menfaatler açısından ‘zararlı’ gördükleri birilerinin/bir şeylerin yok edilmesinin, ulusal gönenç için ne denli gerekli olduğunu anlattılar insanlarına. ‘Zararlı’ ve ‘bozulmuşları’ yok ederken her yolu denediler. Eli sopalı it sürüleri sokaklarda şiddet uyguladı. Baskınlar yaptı. Muhalifleri ezdi.

Bir süre sonra sokak köşelerinde ‘beklemeleri’ yeter oldu, sükûneti sağlamak için! Propaganda aygıtlarını yoğun biçimde, başarıyla kullandılar. Yani bugün ‘algı yönetimi’ denilen mereti (Yeni Türkiye’de ‘propaganda’ sözcüğünün adının ‘algı yönetimi’ oluşu da, herhalde kavram bilmemekle ilgili bir durum!).

Faşizm göstere göstere gelir, ‘el artırarak’ ilerler

Ezcümle, faşizm göstere göstere geldi ve gelir. Örneğin ortaya çeşitli adlarla serseri grupları çıkıverir. Bu gruplar gazeteleri basar, yazarları korkutur. Gerekirse dayak atar. Ardından o yazarlar ‘dümen kırmaya’ başlar. Kırmazsa başına neler gelebileceğini görmüştür çünkü. Örneğin din adamları ve kurumları her zaman muktedirin yanında hizalanır. Memur din adamları sistemin temelindeki ilkelerle uğraşmaya başlar, ıvır zıvır tarih yorumlarıyla.

Örneğin devlet memurları başlarına bir şey gelir kaygısıyla hızla uyum gösterir çevresine. İbadet günleri, inançlı inançsız hepsi ibadethanelere koşmaya başlar. Fişlenmek istemezler. Örneğin hiç kimse yasal haklarını kullanamaz, sokağa çıkıp protesto edemez hale gelir. Protesto hakkı devlet şiddetini çağrıştırır. Örneğin kapılar kırılmaya başlanır. Kırılan kapılar ardındaki gencecik insanlar vurulur, durup dururken. Hiç kimse doğru dürüst gıkını dahi çıkaramaz, kendi kapı önünü düşündüğü için.

Örneğin muhalif siyasetçilerin can güvenliği sorunu baş gösterir. Örneğin muktedir olanın kişisel tercihleri, yasa/ilke haline gelmeye başlar. Örneğin oto sansür başlar. Örneğin kitaplar yasaklanır. Ardından, yakılır… Örneğin yalan yanlış tarihi hikâyeler popüler olur. Yüzlerce yıl öncesinden ‘onurlandırıcı’ hikâyeler. Örneğin başkalarının toprağına göz dikilir.

Örneğin ‘görevlendirilmiş’ kullanışı yazarlar, listeler yayınlamaya başlar. İşten atılması gerekenleri, ekmeksiz bırakmak istediklerini, kaybolmasını istediklerini tek tek, isim isim anarlar. Tepki gösterilmediği için her gün el artırırlar. Gür sesle ‘bu ne arsızlık, kimsiniz siz?’ denilemeyen bir yerde, her yeni gün artan pervasızlığa tanıklık edilir. Kepazeliğin bir sonu olduğu zannedilir, oysa yoktur.

Faşizm çoğunlukla ‘el artırarak’ ilerler. Öncelik, devlettir. Faşizm için devletin kendisi diğer ideolojilerden farklı olarak asıl amaçtır. Kullanılanlar için başat değer, hiç kuşkusuz devlete sadakattir. Sadakat zincirinin en güçlü halkası olmayı arzulayanlar arasında canhıraş bir mücadele sürer. Söz konusu mücadeleyi verenler, diğer yurttaşlardan farklı çıkarların temsilcisidir ve ‘diğerleri’ için geçerli olan değerler onlar için boş ve yararsız sözcüklerdir. Ahlak, onur, doğruluk, fazilet, vicdan, insancıllık, eşitlik gibi…

Polemik değil, kıyasıya mücadele

Dolayısıyla adanmış kullanışlı faşistçiklere, ‘Nasıl böyle yazarsınız?’ ‘Sizde vicdan yok mu?’ ‘Yalan söylüyorsunuz’ yönelik soru ve eleştiriler, gülünç hale gelir.

Gencecik bir kadının, evinde göz göre göre vurulup öldürüldüğü ve üç gün sonra unutulacak bu katliamın görüntülerinin internetten sükûnetle izlenebildiği bir memlekette, eğer muktedirin küstah yazarları sonraki cinayetler için hedef göstermeye devam ediyorsa… El artırıyorlarsa… Her el artırmada, yenileri için cesaretlendiriliyorlarsa… İbret-i Âlem için ödüllendiriliyorlarsa… Makbul yurttaşlığın ölçütleri değişip onurlandırılmanın yolu itlikten geçer hale geldiyse… Yapılacak şey o eli artıranlarla saçma polemiklere girmek değil, kıyasıya mücadele etmektir.

Korku ve umutsuzluk her faşistin temel gıdasıdır

Konumları ve işlevleri gereği ikna edilemez olan, hiç kuşkusuz bir süre sonra diğer kullanışlılar gibi çöpe atılacaklara, aptal ve ödlek olmadığımızı hatırlatmaktan söz ediyorum. İnsan gibi yaşama umudunun hiçbir biçimde yitirilmeyeceğini hatırlatmaktan söz ediyorum. Bu memleketin ve bireysel yaşamlarımızın onların keselerini doldurma kaygısından çok daha değerli olduğunu, inatla ve inatla ve inatla hatırlatmaktan söz ediyorum.

Unutmamalı, korku ve umutsuzluk irili ufaklı her faşistin temel gıdasıdır ve malum, korkunun ecele faydası yok.

Yeri gelmişken, başta CHP, arkalarında milyonlarca seçmen desteği olan muhalefet partileri de ola ki bir gün muhalefet etmeye karar verirlerse, ne güzel olur! Muhalefetten söz ediyorum, gerçek ve güçlü bir muhalefetten. Parti grup toplantılarındaki ‘salı günü zevzeklikleri’nden değil…

 Murat Sevinç
DİKEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İki güzellik bir arada

İki güzellik bir arada

Ya üçüde olmasaydı

Ya üçüde olmasaydı

Mehmet Akif Ersoy'dan

Mehmet Akif Ersoy'dan

Gezi Parkı

Gezi Parkı

Ne Denilebilir!...

Ne Denilebilir!...

Gezi

Gezi

Günün Fıkrası

Deli

1960'lı yıllar,Elazığ Akıl Hastanesinden her nasılsa 423 akıl hastası kaçar ve Elazığ'ın cadde ve sokaklarına dağılır.



O zamanın ünlü doktoru Mutemet Tazıcı hastanenin başhekimidir. 'Doktor bey,ne yapalım?' diye akıl danışırlar.



Mutemet Bey personeline;'Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin!'der.



Doktor önde birkaç personeli arkasında düt düt diye trencilik oynayarak Elazığ'ı dolaşırlar. Bütün deliler bu kuyruğa girip vagon olurlar. Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir...



Avukat 1




Zenginin biri ölümüne yakın, biri doktor, biri papaz, diğeri avukat olan üç yakın arkadaşını yanına çağırarak bir ricada bulunmuş.

- 300 bin dolar kadar bir tasarrufum var, bunu yanımda öteki dünyaya götürmek istiyorum. Ama kimseye de güvenemiyorum. Şimdi size 100'er bin dolar vereceğim. Bu paraları ne olur ben gömülürken kefenimin iç cebine koyuverin...

Adam ölmüş ve üç arkadaşı verdikleri sözü yerine getirmişler. Bir süre sonra doktor vicdan azabına yakalanmış. Diğer iki arkadaşını çağırarak onlara itirafta bulunmuş

- Hastanenin çok acil ihtiyacı vardı onun için 100 bin doların 20 bin dolarını hastaneye sarf ettim, kefene 80 bin koydum.

Papaz utana sıkıla mırıldanmış.

- Maalesef ben de aynı günahı işledim paranın yarısını kilisenin inşaatına ayırdım. Kefenin cebine 50 bin dolar koydum.

Avukat gülümsemiş.

- Ben sözümü aynen yerine getirdim, kefenin cebine 100 bin dolarlık çek koydum.




Avukat 2




George ve Harry balonda Atlantik Okyanusu’nu geçmektedirler. George Harry'ye döner ve “Biraz alçalıp nerede olduğumuzu anlayalım” der. Harry sıcak gazı biraz kısar ve balon alçalmaya başlar. George "Hala nerede olduğumuzu anlayamadım biraz daha alçalalım ve şu aşağıdaki adama soralım" der. Harry adama bağırır:

"Hey bayım nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz lütfen. "

Adam geri bağırır: "Bir balondasınız ve 100 metre yukardasınız"

George Harry'ye döner ve "Bu adam bir avukat" der.

Şaşırır Harry, "Nasıl anladın?" der.

"Çünkü" der George "Verdiği bilgi %100 doğru, fakat faydasız".




Avukat 3




Önemli bir iş için mülakat yapılacakmış. Bir matematikçi, bir fizikçi ve bir de avukat başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve bir masaya oturtup, sormuşlar:

“İki kere iki kaç eder?”

Matematikçi bir süre düşünmüş, önüne kâğıt kalemi almış, 10-15 sayfa doldurduktan sonra demiş ki: ''Eminim ki dört eder.''

Sonra fizikçiye aynı soruyu sormuşlar. Fizikçi de önce düşünmüş, sonra bir deney düzeneği kurmuş, sağa sola toplar fırlatmış. Yarım saat sonra : ''Yaptığım deneylere göre 3,9 ama 0,2'lik bir hata payı olabilir.'' demiş

En son avukatı almışlar içeri, sormuşlar soruyu. Avukat hiç düşünmeden etrafına sinsi sinsi bakmış ve sormuş:

''Kaç olmasını istersiniz?''




Avukat 4




Ceza davalarına bakan avukat bir arkadaşım anlatmıştı:

Yoksul bir babanın oğlu şoförlük yaparken ölümlü bir kazaya neden olmuş. Olayda tam kusurlu. Şoförün babası avukata başvurarak hukuki yardım istiyor. Arkadaşım adamın yoksulluğuna bakarak hiçbir ücret talep etmeksizin davayı takip ediyor.

Ancak bütün deliller aleyhte. Yapılacak bir şey yok. Şoförün mahkûmiyetine karar veriliyor.

Şoförün babası büroya gelerek yakınıyor.

“Yoksulluğun gözü kör olsun. Paramız olsa da iyi bir avukat tutsaydık bunlar başımıza gelmezdi.''




Avukat 5




Hayırsever vakıflardan birindeki çalışanlar şehrin en başarılı avukatından henüz herhangi bir bağış almamış olduklarını fark ettiler. Bağış toplama görevindeki kişi avukatı bağışta bulunması için ikna etmeye çalışıyordu:

“Araştırmalarımıza göre yıllık geliriniz en az 500.000 $. Ancak bugüne kadar hiç bir hayır işine bir kuruş bağışta bulunmamışsınız. O paranın bir kısmını bir şekilde topluma iade etmek istemez miydiniz?”

Avukat açtı ağzını:

“Önce, araştırmalarınız annemin uzun bir hastalıktan sonra ölmek üzere olduğunu ve hastane masraflarının onun yıllık gelirinin bir kaç kat üstünde olduğunu da gösterdi mi? Sonra, kardeşimin malul bir gazi, kör ve tekerlekli iskemleye mahkûm olduğunu? Ya da kız kardeşimin kocasının bir trafik kazasında öldüğünü ve onu üç çocuğuyla beş parasız bıraktığını?”

Görevli yerin dibine geçmişti.

Sadece:

“Hayır, hiç bir bilgim yoktu...” diye mırıldanabildi.

Avukat onun sözünü keserek devam etti:

“Pekâlâ, ben onlara zerre kadar para vermezken, size niçin vereyim?”



















Günün Sözü

Homo sum,humani nil a me alienum puto

İnsanım,insana özgü hiç bir şey bana yabancı değildir.

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında

Şişli Merkez Mh,Esen Sk Saruhan İşhanında
Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Hayatımızdan sessiz sedasız çekilmişler

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli

Sinema Tarihinin Zaman Tüneli
Siyah Beyaz Hayatımızdan Renkliye...

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar

Sinema Tarihinden Siyah ve Beyazlıklar
Zamanın belleği var