Bu bahar gezimde yolumun üstüne, dağların tepesinde şirin mi şirin bir köy çıktı. Şirince, şarabıyla övünen gördüğüm ilk Türk köyü. Tire ise bir zamanların en önemli yerleşim yerlerinden biri. Baharda ilginç ve güzel rotalar arayanlar için sakin ve renkli köşeler.
Mehmet YAŞİNBu satırları papaz Edmund D. Chishull yazmış. Aynı yollardan gittiğim için ben de manzaralarla, çiçeklerle, renklerle karşılaştım. Demek ki 300 yıl öncesiyle şimdi arasında yolun görünümü pek değişmemiş. İzmir’de oturan Edmund D. Chishull bu satırları 1 Mayıs 1699’da yazmış. Demek ki tam bir ay önce tırmanmışım aynı yolu. Tabii 313 yıl sonra.
İki paragraf bitirdim, hâlâ nereye gitiğimi yazmadım. Yol üstünde uğradığım köyün adı: Şirince. İzmir’den gelirken Selçuk’a girişte sola sapıyorsunuz. 25-30 kilometrelik bir tırmanıştan sonra köye varıyorsunuz.
Şirince, köye konan en son ad. Daha önceki adlar şöyle sıralanıyor: Kyrkindje, Kirkindche, Kirkidje, Kırkıca, Kırkınca, Çirkince. Aslında bu köy Şirince’den önce anıldığı Çirkince adına hiç de layık değil. Nitekim, İzmir Valisi Kazım Dirik Paşa da, bir gezisi sırasında uğradığı bu köyün adının asla Çirkince olamayacağına, Şirince olarak düzeltilmesi gerektiğine karar veriyor. Valinin söylediklerini not eden kâtipler, İzmir’e dönünce gerekli düzeltmeyi yapıyor.
MUHACİR KÖYÜŞirince’nin adına 16’ncı yüzyıl kayıtlarında da rastlanıyor. Net hatırlanan tarihe göre ise bu dağ başındaki yerleşim birimi 1800 hanelik bir Rum köyü. Rum nüfusun, 1933’te zorunlu göçünden sonra Selanik, Manastır ve Provuşta’dan gelen muhacirler buraya yerleştiriliyor. O gün bugündür Şirince muhacir köyü.
Şimdi yazma sırası yine bir başkasında. Ünlü Yunan yazar Dido Sotiriou’da. Dido aslında Aydınlı. Bir sabun imalatçısının oğlu ve annesi onu hamamda doğurmuş. 1922’de Atina’ya göç etmiş. Yazarın okuyacağınız tanımlamaları aşağı yukarı bugün de geçerli:
“ Köyde herkesin iki katlı bir evi vardı. Ve hiç kimse bahçesini çiçeklerle donatmayı ihmal etmezdi. Dalları ürün bolluğundan yerleri yalayan, özsuyu dolu, yusyuvarlak, simsiyah, pırıltılı zeytinli ağaca başka hiçbir yerde rastlayamazdınız. Köylünün kemerini altınla dolduran incirin ünü bütün dünyaya yayılmıştı. Derisi var mı yok mu anlayamazdınız, öylesine inceydi ve Anadolu’nun o canım güneşiyle ballanmıştı..”
Şirince, her türlü yenilenmeye, modernleşmeye, eski evlerin restorasyonuna, birçok lokantanın, kahvenin, dükkânın açılmasına rağmen hâlâ o günleri andıran yanlarını saklıyor. Örneğin yollar büyük taşlarla kaplı. Evlerin hepsi taş duvarlı. Pencerelere önleri, konserve kutularına konmuş sardunyalarla süslenmiş.
Köyün meydanında büyük çınarların altında kahveler, dükkânlar, fırınlar yer almış. Ben gittiğimde sokaklar ıssızdı. Bahar gelmişti ama yolcular henüz sökün etmemişti. Çocuklar dik yokuşlarda, pembe yanaklarıyla koşturup duruyordu. Bu dağ yamacında kurulmuş küçük köy beni çok etkiledi. Ama en çok etkileyen, bir Türk köyündeki şarap evleri, şarap satan dükkânlar oldu. Sabah erkendi. Şarapçılar henüz kapılarını açmamıştı. Yöre üzümlerinden yapılan şarapları tatma fırsatını bulmadım. Aslında şarabın tadının pek önemi yoktu. Önemli olan köyde bir şarapevlerinin olması ve halkının ürettiği şarapla övünmesiydi.
Tepedeki şirin köy Şirince’de çok oyalanmadım, çünkü bahar rotamın üstünde bir adres daha vardı. Çıktığım rengârenk yokuşu tekrar inip, direksiyonu bir başka cennete,
Tire’ye çevirdim. Küçük Menderes Ovası’nın kıyısındaki bu kasabayı oldum olası çok severim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder