Doğruları rahatsız edici, edebî ürünleri dokunduran, politik görüşü “batan”, ironisi kuvvetli, mizah gücü acı acı gülümseten Sabahattin Ali, kadri bilinip adı ağza alındığında sanki başına gelecekleri biliyormuşcasına “meskenim dağlardır” diyordu.
Onu öldürenler de böyle bir ölümü uygun görmüş olacaklardı ki işte öyle dağların çevrelediği ıssız bir ormanda çok yalnızken öldürdüler onu. Cesedi teşhis bile edilemedi, kemikleri bulunamadı. Katil(ler)ini ise hepiniz çok iyi biliyorsunuz...
Suçluydu Sabahattin Ali. Düşünmek, yazmak, korkmamak, “itaat et” denen düzenin önünde secdeye varmamaktı suçu. Kendi de biliyordu “suçu”nu ve ardından gelecek olan tehlikeyi: “Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...’ Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder